Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Mutluluğun Parfümü Yağmur Altında Daha Güzel Kokar
Mutluluğun Parfümü Yağmur Altında Daha Güzel Kokar

Mutluluğun Parfümü Yağmur Altında Daha Güzel Kokar

Virginie Grimaldi

​“Seni artık sevmiyorum.” Üç kelimeden oluşan bu kısacık cümle Pauline’in hayatını alt üst etmeye yetti. O geceden sonra Pauline hayatla bağlarını kopardı ve sadece…

​“Seni artık sevmiyorum.”

Üç kelimeden oluşan bu kısacık cümle Pauline’in hayatını alt üst etmeye yetti. O geceden sonra Pauline hayatla bağlarını kopardı ve sadece bekledi. Duygusal gelgitler içerisinde savrulup acısının zamanla hafiflemesini umarak ve Benjamin’le birbirlerini çok sevdikleri o güzel günlere tekrar kavuşmayı hayal ederek… Ne var ki bu bekleyiş zihninde beliren bir fikirle son buldu: Eğer Benjamin’in duyguları tamamıyla küllenmediyse belki de onları tekrar alevlendirebilirdi! Ancak geride bırakılmış aşk dolu günleri ona hatırlatmak için kullanacağı yöntem, en derinlere saklanan sırları da ortaya çıkaracaktı…

“Mutluluğun Parfümü Yağmur Altında Daha Güzel Kokar” salt bir aşk romanı değil; aynı zamanda gerçek sevginin, aile ilişkilerinin, fedakârlıkların, mücadelenin ve insan olmanın da hikâyesi… Tolstoy’un dediği gibi, “Mutlu aileler birbirlerine benzer, her mutsuz ailenin ise kendine özgü bir mutsuzluğu vardır.”

“Güçlü olmaktan başka seçeneğin kalmadığı güne kadar
ne kadar güçlü olduğunu asla bilemezsin.”
-Bob Marley

Başlangıç

Her zamanki gibi yine geç kaldı. İlk randevumuza geç kalmıştı, düğünümüze geç kalmıştı, eminim kendi cenazesine dahi geç kalacak. “Beklerken bir şeyler içmek ister miydiniz, hanımefendi?” Bu, garsonun sabırsızlığımı üçüncü bölüşü. Benjamin gelmeden başlamaktan rahatsızlık duyuyorum, ancak hiçbir şey ısmarlamadan bir masayı meşgul eden kişi olmak daha fazla rahatsız ediyor. Bir portakal suyu ısmarlıyorum. “Eşim gelince bir şişe Dom Pérignon alacağız.” Garson kafasını sallayıp tezgâha doğru yöneliyor. Bense garsonun sabrını satın almak için şampanya kartını oynamış olmanın utancı ile gururum arasında gidip geliyorum.

Şampanya sevmiyorum. Genel olarak alkol sevmiyorum, ben aslında kontrolümü kaybetmeme neden olan hiçbir şeyi sevmiyorum. Ama bu akşam bir istisna yapacağım. Ne de olsa insan her gün onuncu evlilik yıl dönümünü kutlamıyor! Telefonumun ekranını yetmiş ikinci defa kontrol ediyorum: Sinyal iyi, mesaj yok. Daha fazla geç kalmamalı. Bir saatlik gecikme kendisinin asgari ortalaması sayılır.

Geçen yıl 19.30 yerine 21.30’da gelmişti. Buluşmanın asıl saatinden önceye randevu verseniz dahi ününe leke sürmemeyi hep başarıyor. Bense tam tersine, randevulara her zaman ilk gelen kişi olurum. Hazırlıksız yakalanmamak için yaşanabilecek tüm aksilikleri göz önünde bulundururum. Birini bekletebileceğim fikri dahi panik atak geçirmeme neden olabilir. Birbirimizi dengeliyoruz: Benim erkenciliğim ve onun gecikmeleri arasında, bir yere birlikte gittiğimizde vaktinde orada oluyoruz. Buraya her yıl geliriz. Burası müşterilerin çoğu için Arcachon Havzası’na panoramik manzarası olan iyi bir restorandan ibaret. Benjamin ve benim içinse “bizim” restoranımız.

On bir yıl önce bana burada, tasarruf hesabındaki bütün parasını boşaltarak hediye ettiği bir deniz mahsulleri tabağı ve altın kaplama bir tektaş ile “neredeyse” evlenme teklif etmişti. Dört yıl birlikte yaşadıktan sonra tek bir şeyden emindik: Anıları ve yılları birlikte biriktirecektik. Garson bana tuhaf tuhaf bakıyor. Tam da kendisine kafamın üstünde bir yengeç olup olmadığını sormaya hazırlanırken rahatsızlığının nedenini anlıyorum: Sanırım yaklaşık bir saattir oturmuş suratımda aptal bir gülümsemeyle bir türlü gelmeyen birini bekliyorum ve etrafa ışıltılar saçıyorum.

Bu hâlim beni Bernadette Soubirous1 gibi gösteriyor olmalı. Umarım Benjamin’in morali şu son günlerdeki hâlinden daha iyi olur. Günlük hayatın türbülanslarından uzakta, başbaşa kalmaya ihtiyacımız var. Haftalardır gün sayıyorum. Çünkü evlilik yıl dönümlerimiz açık ara, yılın en harika akşamı olur. Birbirimizin elini bir saniye olsun bırakmayız (Istakoz yiyorsak eğer, bu esnada hâlimiz komedi oluyor), eski anıları yâd edip her seferinde daha fazla güleriz, birbirimize Romeo’yu kıskandıracak kadar güzel ilan-ı aşklar ederiz; bir bakışla heyecanlanır, gelecekle ilgili planlar yapar ve sevgiyle dolup taşar hâlde eve döneriz. Onuncu yıl dönümümüz için yemeğin sonunda başka sürprizler de hazırladım.

Yukarıda, 211 numaralı odayı ayırttım. Elbisemin altına onun o çok sevdiği kırmızı dantelli iç çamaşırlarımı giydim. Buna bayılacak! Büyük olasılıkla ben de… Bardağımı boşalttım. İkinciyi de. Benjamin’i aradım, cevap vermedi. Ne yaptığını sormak için iki SMS gönderdim. Unutup unutmadığını sordum. Cevap vermedi. İçimde gitgide büyümeye başlayan endişeyi dindirmeye çalışıyorum. Gecikmelerinin yan etkisi olsa gerek, direksiyonun başına geçince hep tedbirsizdir. Bense fazla endişeli. Bu konuda da birbirimizi dengeliyoruz. Garson tereddüt dolu bakışlarla beni izliyor. Tekrar ediyorum: “Merak etmeyin, gelecek.” İçini rahatlatmaya çalıştığım kişinin ise gerçekte o olduğunu hiç sanmıyorum. Restoran birazdan kapanacak ama ben hâlâ umudumu kaybetmiş değilim. Gelmemesi mümkün değil. Son zamanlarda kafasını meşgul eden bir şeyler olduğunu kabul ediyorum, ancak bu akşamki yokluğunu haklı çıkaracak hiçbir şey yok. Umarım iyi bir bahanesi vardır ve bunu bana bir hastane yatağından bildirir. İllaki yoldadır, her an şu kapıdan girecek olabilir. Bana bunu yapmaz. Bize bunu yapmaz… Evlilik yıl dönümümüze gelmemek, geri dönüşü imkânsız bir mesaj olur. Gelecek.

Hâlâ otuz dakikası var. Yirmi. On beş. On. Sekiz dakika…

Kapı açılıyor, garson bana dönüp gülümsüyor. Biliyordum! Bu gri pantolon. Bu beyaz gömlek. Bu siyah ayakkabılar. Bana doğru yaklaşan silüeti hemen tanıyorum. Bu, Benjamin değil. “Seni burada bulacağımdan emindim. Haydi gel, gidiyoruz.” Başımı iki yana sallıyorum. “Daha sekiz dakika var, hâlâ gelebilir.” “Haydi gel, Pauline. Annen senin için endişeleniyor.” “Bekle, baba. Gelecek… Eminim…” Babam bir sandalye çekip karşıma oturuyor. Elini omzuma koyup beni gerçek dünyaya döndürmek ister gibi sıkıyor. “Gelmeyeceğini biliyorsun, tatlım. Böyle ümit ederek kendine zarar veriyorsun. Seni terk edeli üç ay oldu… Haydi gel, eve gidiyoruz.”

1
Bir ay sonra

En zor olanı sabahları uyanmak. Beynimin, hayatım hakkında henüz bir durum değerlendirmesi yapamadığı o uzun ve çok sayıdaki saniyeler. Sonra gerçeğe çarpıp paramparça oluyorum. Onun hâlâ burada olduğunu gördüğüm rüyalarla dolu gecelerin sabahları, en zor olanlar. Uyanınca eskiden olduğu gibi karşımda beyaz perdeleri, Korsika’da çekilmiş fotoğraflarımızı görmek ve kendimi onunla göğüs göğüse yatarken bulmak yerine; pembe duvarda asılı Titanik filminin afişi karşısında, tek kişilik bir yatakta yalnız yatarken buluyorum.

Hangisinin daha acı olduğunu bilmiyorum: Kocamı kaybetmiş olmak ve ailemin dağıldığını görmek mi yoksa ergenliğimi geçirdiğim odaya otuz beş yaşında geri dönmek mi? Dediklerine göre acısı zamanla azalırmış, benim için tam tersi oldu. Uzun süre kendimi kötü hissetmedim. İlk başta hiç kuşkum yoktu: Benjamin geri gelecekti. Bütün bunlar korkunç bir hataydı, sözleri gerçek düşüncelerini yansıtmıyordu, kendisi de bunu fark edecekti ve buna birlikte gülecektik. Hatta o benden de fazla gülecekti. Sonra bunun yerini öfke aldı: Ah, bunu mu oynamak istiyorsun? Sana ihtiyacım olduğunu mu zannediyorsun? Bak bakalım! Bak da ne kadar iyi olduğumu, nasıl da hiçbir şey olmamış gibi hayatıma devam ettiğimi gör! O kadar ikna ediciydim ki buna kendim bile inandım.

Onsuz yaşamak inanılmaz derecede kolaydı, aşk acısından kurtulamayanlar fazla zayıf olanlardı. Sonuçta bir erkek yüzünden mutsuz olacak değildim ya… Bu güçlü duruşum ufak ufak parçalanmaya başladı. Yataktan çıkmak istememeler bir tarafta, durup dururken öfkelenmeler diğer tarafta. Gereksiz yere ağlamalar, panik ataklar… Yavaş yavaş içimi bir boşluk kapladı. Neşe beni terk etti, istek ortadan savuştu, umut tüydü gitti. Mecburiyetten, âdeta bir robot gibi yaşıyorum; “-mış gibi” yapan bir bedenin içinde tamamen sönmüş bir hâldeyim. Etrafımdakiler bu fırtınaya göğüs gerdiğim ve batmamayı başardığım için beni tebrik ediyorlar. Güçlü olduğumu düşünüyorlar. Oysa tam aksine, mücadele ediyorsam bunu korkudan yapıyorum. Çünkü ilerlemeyi bırakırsam dibe batacağımı biliyorum.

Bir an var, bu uzun günlerde içimi mutlulukla dolduran tek bir an. Saat sabah yedi buçuk. Babam hâlâ uykudayken ve annem de duş alıyorken eskiden kız kardeşimin olan odanın kapısını usulca açıyorum. Karanlıkta, yataktan gelen sakin horultulara doğru yönelip el yordamıyla yorganın altındaki minik, sıcak bedene ulaşıyorum. Yanağını, saçlarını okşuyorum; hızlanan nefesini, uykulu iniltilerini dinliyorum. Sonra kalbime dokunan o küçücük sesini duyuyorum: “Günaydın, anne!” Kollarını boynuma dolayıp yanağıma ıslak ve gürültülü bir öpücük konduruyor. Burnumu hâlâ bebek gibi kokan boynuna bastırıp uzun uzun kokluyorum. Depomu dolduruyorum. Böylece artık günü karşılayabilirim.

2

Annem mutfakta bir yandan kahvesini içerken bir yandan da dergi karıştırıyor. Jules, Boxer cinsi köpeği Mina’yı okşadıktan sonra anneannesinin kucağına çıkıp yağlanmış ekmeğe uzanıyor. “Selam tatlım, iyi uyudun mu?” “Anneanneciyim bak, Pisdeyman tişöytümü giydim!” Homurdanır gibi, “Günaydın,” diyorum. Annem gülümsüyor. “Kızarmış ekmek ister misin?” Her sabah aynı şey. Aç olmadığımı, sırf hasta olmamak için kendimi bir iki lokma yemeğe zorladığımı biliyor. Ama bunun kendisi için ne büyük bir zahmet olduğunu bildiğimden girişimlerini reddedemeyeceğimin de farkında.

Hafızam beni yanıltmıyorsa 1980 yılından beri annemin kahvaltı hazırladığı görülmemiştir. Eminim biz evine taşınana kadar kaşıkların ve fincanların yerini dahi bilmiyordu. Dört aydır, benim hayatımı kolaylaştırmak ve hayattan yeniden tat almamı sağlamak için becerebileceğini asla düşünmediğim bir sürü şey yapıyor: Biz gelmeden önce yataklarımızı hazırladı, eşyalarımı dolaplara yerleştirdi, iki ayrı yemek pişirdi (pizza ve makarna), Jules’ün bir tişörtünü ütüledi…

Ayrıca her sabah ekmekler yağlanmış ve kahve hazır vaziyette; hatta bir keresinde, sadece bir bakışıyla bile bir bitkiyi öldürmesi mümkünken gül ağacını buduyormuş gibi yaparak gelişimizi bahçede beklediğini bile gördüm. Anlaştığımızı söyleyemesem de bu, gösterdiği çabayı fark etmeme engel değil. Başımı sallıyorum. Annem memnun bir ifadeyle bana bir dilim ekmek keserken babam artık üzerine dar gelen yıllanmış kahverengi sabahlığıyla mutfağa geliyor “Bırak hayatım, ben yaparım!” Rolünü devretmeye niyeti yok.

Evin perisi o. Evi süpürmek, bahar temizliği yapmak, panjurları boyamak ve bulaşık makinesini boşaltmak en büyük zevkleri. Emekli olduğundan beri bütün zamanını bu işlerle geçiriyor ve yerini bir acemiye kaptırmaya hiç niyeti yok. Bu duruma şaşanlara annem, kocasını ev işleriyle meşgul olma zevkinden mahrum etmemek için kendini feda ettiğini söyler. Gerçekte ise birinin ihtiyaçları diğerinin eksiklerini kapatıyor ve bu, her ikisi için de geçerli; tıpkı birbirlerini mükemmel bir biçimde tamamlayan iki Lego parçası gibi. Benjamin ile tamamlayıcı parçamı bulmuştum ben de. Ama üzerinden geçen 38 tonluk bir kamyon her şeyi yıkıp yerle bir etti.

3

Zamanın her şeyin ilacı olduğu söylenir. Zamanla acıların azalıp birer hatıraya dönüştüğü söylenir. Ben de zamanın çabuk geçmesi için günümü rutin işler ve alışkanlıklarla doldurdukça dolduruyorum. Aşağı yukarı her gün aynı şeyleri yapıyorum: Jules, iş, huzursuz uyku. On beş günde bir, oğlumun benimle olduğu hafta sonları ara vermeksizin birbiri ardına sıraladığımız aktivitelerle geçiyor. Onun Benjamin ile olduğu hafta sonları ise kesintisiz uyumakla. Bu çılgınca ritimle dört ay geçti bile. Önümüzdeki on yılı da göz açıp kapatıncaya kadar geçireceğimi umuyorum! Her gün olduğu gibi, işe yine saatinden önce geldim. Her şey yerli yerindeydi, diğerleri işe geldiğinde e-postalarımı okumaya başlamıştım bile.

Bir iş bulma ajansında asistan olarak çalışıyorum. Ticari ekip, müşteri portföyünü geliştirmekle yükümlüyken ben adayları karşılamak, dosyalarını doldurmak, iş ilanları yazmak, adaylara uygun işleri belirlemek ve idari işleri yönetmekle görevliyim. Ajansa kayıt olmaya gelenler, çoğunlukla yolda bütün ümitlerini kaybetmiş oluyor. Devletin İş Bulma Kurumu, internetteki iş ilanları, özel iş bulma şirketleri ve marketlerdeki ilan panolarından sonra son çare olarak, çoğunlukla geçici işler teklif eden ajanslar kalıyor. Sorularıma otomatik cevaplar veriyor, kendilerine uygun bir iş olduğunda arayacağımı söylediğimde de başlarını sallamakla yetiniyorlar. Bu vaadi gerçekleştirebildiğim anlarsa en sevdiğim anlara dönüşüyor.

İşte o zaman kendimi Noel Baba gibi hissediyorum, sakalsızı tabii. Son zamanlarda Noel Baba’nın torbası boş. İş arayanları ve iş ilanlarını kaydediyorum, işe uyacak kişiyi buluyorum ancak sevinci umurumda bile değil. Âdeta yatay elektrokardiyografi çizgisi gibiyim.

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

  • Kategori(ler) Edebiyat Roman (Yabancı)
  • Kitap AdıMutluluğun Parfümü Yağmur Altında Daha Güzel Kokar
  • Sayfa Sayısı312
  • YazarVirginie Grimaldi
  • ISBN9786058276680
  • Boyutlar, Kapak13,5x19,5 cm, Karton Kapak
  • YayıneviYan Pasaj Yayınevi / 2020

Yazarın Diğer Kitapları

  1. Büyüdüğün Zaman Anlayacaksın ~ Virginie GrimaldiBüyüdüğün Zaman Anlayacaksın

    Büyüdüğün Zaman Anlayacaksın

    Virginie Grimaldi

    Bazen en ummadığın yerde ve kişide bulursun aradığını… ​“Başımı Marc’ın karnına yaslamıştım ve birlikte Game of Thrones’u izliyorduk. Keyfimize diyecek yoktu. Telefonum çalmaya başlayınca...

Beriahome Harf Kupa

Aynı Kategoriden

  1. Demiryolu Serserileri ~ Jack LondonDemiryolu Serserileri

    Demiryolu Serserileri

    Jack London

    London, Demiryolu Serserilerinde serseriliği, başıboşluğu ve suça yatkınlığı 19. yüzyılın son çeyreğinde Amerika’da yaşanan ekonomik bunalımın fonunda, Amerikan yaşama tarzının ince, çarpıcı bir eleştirisine...

  2. Maymun Yılı ~ Patti SmithMaymun Yılı

    Maymun Yılı

    Patti Smith

    National Book Award sahibi Çoluk Çocuk ve M Treni’nin yazarından, düşler ile gerçekleri unutulmaz bir yılın panoramasında iç içe geçiren, insanın içine işleyen bir...

  3. Cennetin Doğusu ~ John SteinbeckCennetin Doğusu

    Cennetin Doğusu

    John Steinbeck

    Nobel Ödülü sahibi John Steinbeck çağımızın en önemli romanlarından biri sayılan Cennetin Doğusu'nda, Kaliforniya'nın bitek Salinas Vadisi'nde yaşayan iki ailenin öyküsünü anlatır. Kaderleri garip bir biçimde kesişen Trask ve Hamilton aileleri, kuşaklar boyunca âdeta Adem ve Havva'nın Cennet'ten kovuluşunu, Habil ile Kabil'in ölesiye kapışmasını yaşamaktadırlar. Öte yandan, tüm yıkımlara rağmen yine de direnecek gücü kendilerinde bulabilmektedirler. Steinbeck bu romanda büyüleyici karakterlerin yanı sıra çağımızın en kalıcı temalarını sunuyor bize; Benliğin gizemli dünyası, aşkm tanımsızlığı ve onun eksikliğinin yarattığı ölümcül sonuçlar...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur