Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Zehra
Zehra

Zehra

Nabizade Nazım

Çok genç yaşta hayatını kaybeden Nabizade Nâzım’ın ölümünden üç yıl sonra, 1896’da Servet-i Fünûn’da tefrika edilen Zehra romanı, kıskançlığın ve sorumsuzluğun yok ettiği hayatlardan…

Çok genç yaşta hayatını kaybeden Nabizade Nâzım’ın ölümünden üç yıl sonra, 1896’da Servet-i Fünûn’da tefrika edilen Zehra romanı, kıskançlığın ve sorumsuzluğun yok ettiği hayatlardan bir manzara sunar. Psikolojik tahlilleriyle döneminin diğer eserleri arasında sivrilen roman, aynı zamanda 19. yüzyıl sonundaki toplumsal değişime dair de önemli ipuçları taşır.

İstanbul’un ve şehrin sakinlerinin kanlı canlı göründüğü bir romandır Zehra. Şehir hayatına dair, çok az kaynakta karşımıza çıkan ayrıntıları yazar, iyi bir gözlemci olarak satırlarına kaydeder. Boğaz’daki kayık âlemleri, Beyoğlu eğlenceleri, ticaret hayatı, tulumbacılar, emniyet ve hukuk sistemine dair önemli bilgilere romanda sık sık rastlanır.Yayımlandığı günden beri defalarca kere basılan Zehra, bu defa titiz bir çalışmayla, açıklamalı notları ve günümüz Türkçesine uyarlanmış haliyle karşımızda.

Sunuş

“Karabibik” adlı uzun hikâyesiyle edebiyat tarihimizde köy hayatına eğilen ilk eserlerden birini ortaya koyan Nabizade Nâzım’ın diğer bir önemli eseri de Zehra’dır. Nabizade Nâzım’ın ilk ve tek romanı olan Zehra, realizm ve natüralizm akımları doğrultusunda yazılmıştır. Romanda kıskançlık duygusunun sebep olduğu felaketler, kadın hislerini derinlemesine ele alan girift tahlillerle işlenir. Bu bağlamda Zehra, edebiyatımızda psikolojik roman türünde kaleme alınan ilk eserlerden biri, Mehmet Rauf’un Eylül’ünün müjdeleyicisi kabul edilmektedir.

Karakterlerinin çok yönlü işlenmesiyle öne çıkan Zehra’ nın dikkat çeken diğer bir özelliği, 19. yüzyıl sonlarındaki İstanbul hayatına dair önemli ayrıntılar içermesidir. İstanbul tulumbacıları, kayık âlemleri, Şehzadebaşı ve Beyoğlu eğlence hayatı, dönemin hukuk sistemi ve emniyet teşkilatıyla ilgili ayrıntılar romanın satır aralarında kendini gösterir. Bir asker olan Nabizade Nâzım’ın eserini kaleme almadan önce –tıpkı realist ve natüralist yazarlar gibi– araştırmalar yaptığı anlaşılmaktadır.

Zehra ilkin yazarın ölümünün ardından arkadaşı Mahmut Sadık tarafından Servet-i Fünûn dergisinde 11 Kanunusani 1311-16 Mayıs 1312 (23 Ocak 1896-28 Mayıs 1896) tarihleri arasında tefrika edilmiş, kitap olarak ilk baskısı ise 1896’da Âlem Matbaası’nda yapılmıştır. Bu baskının ardından 1954 yılında Mustafa Nihat Özön tarafından ilk kez Latin harflerine aktarılan Zehra, ilerleyen dönemde pek çok yayınevi tarafından yayımlanmıştır.

Kitabı günümüz Türkçesine uyarlarken 1896’daki ilk baskısını esas aldık, yazarın diline en az müdahaleyle artık Türkçe sözlüklerden neredeyse tamamen çıkmış kelime ve terkiplerin en uygun karşılıklarını vermeye çalıştık. Bugün sık kullanılmayan Türkçe kökenli bazı kelimelerle gündelik hayata dair bazı bilgileri dipnotlarda açıkladık. Az da olsa hâlâ kullanımda olan ve bağlamdan anlamı çıkarılabilen kelimelere müdahale etmedik, bunlar için kitabın sonuna küçük bir sözlük hazırladık. Çoğu Atatürk Kitaplığı arşivinden alınan fotoğraf ve kartpostallarla kitabı görsel bakımdan zenginleştirmeye çalıştık.

Kitabın hazırlanışı aşamasında emeği geçen Can Yayınları çalışanlarına teşekkür ederim.

Necati Tonga

Kırıkkale, 2019

***

I

1 130.1 senesi içinde haziran ve temmuz ayları pek güzel geçmişti. Hava alışılmışın dışında, mart içinde tam ilkbahar güzelliğinde geçmişken nisan ve hatta mayıs ayları hemen kış hükmünü göstermişti. İstanbul’da haziran ve hele temmuz, diğer seneler yaz aylarından sayılırken, bu sene güya bahar mevsimi bu iki aya atlamıştı. Havadaki tazelik ve açıklık hiçbir mevsimle kıyaslanamayacak derecede olup özellikle bu mevsimde Boğazi çi’nin güzelliğine kanmak mümkün olamamaktaydı. Bütün Rumeli ve Anadolu yalıları boydan boya dolmuş, pek çok hevesliler vaktiyle davranamayıp yalı veya hiç olmazsa bir evcik bulamadıklarından dolayı gerçekten üzülmüşlerdi. Gündüzleri güneş, doğuşundan batışına kadar ufkun üzerinde hemen hiçbir bulut parçasına tesadüf etmeksizin İstanbul üzerine ılık bir ışık saçmakta, geceleri tam “yıldızlı gece” vasfına layık olarak geçmekte ve hele güneşin batışı ile doğuşuna yakın zamanlarda Göksu Deresi gibi, Beykoz, Büyükdere limanları gibi, Baltalimanı, Küçüksu, Kefeliköy, Beykoz, Sultaniye çayırları gibi Sarıyer’in suları, Kavaklar’ın Sütlüce’siyle Otuzbir Suyu gibi yerleri ve baştan başa bütün Boğaziçi o derece ruh okşayıcı, his uyandırıcı, şiir gıcıklayıcı tablolar, manzaralar göstermekteydi ki ünlü şehrimizin tabii güzelliklerinden haberdar olabilmek için bu tabloları, bu manzaraları göğüs geçire geçire seyretmek lazım gelir. Kim bilir kaç bin senelik bir akıntı tesiriyle aşınmış olduğu zannedilen bu yılankavi Boğaz’ın dört büyük havzasından her birisi tabii güzellik sayılan, ne kadar “gü zellik” tasavvuru mümkünse, tamamını içinde toplar. Yükseklikleri Boğaz’ın uzunluğu ve genişliğiyle tamamen uyumlu olan bu iki sıra tepeler o kadar göz alıcı eğriler resmetmekte ve bu eğrilerin birbirine bağlanmaları o derece sanatkârane bulunmaktadır ki işte asıl hayranlık ve şaşkınlık bakışlarını üstüne çeken uyum ve güzel şekil sırf bundan ibarettir. Boğaz’ın şu jeolojik ve topografik güzel şekline eklenen diğer bir gönül çelen özellik ise bu hoş tepeleri şurada burada örten, yorgunluk alan gölgeli ormancıklar, korular ve özellikle sahil boyunca uzayan bazı koycuklar, vadicikler içine doğru serpilivermiş olan binalardır. Boğaz her noktasında tabii güzelliğini muhafaza etmiştir. Yalılarla köylerin konumları ve inşa tarzları bile hep tabiidir. Büyükdere, Tarabya ve bir dereceye kadar Yeniköy biraz tabiilikten çıkar gibi olmuşsa da sanatın şu gayreti tabii güzelliklere galip gelememiştir. İstanbul’u henüz ilk defa görmeye gelen duygulu bir seyirci tasavvur ediniz. Tabiatın güzelliklerine tutkun olması lazım gelen bu ziyaretçi, Fenerler hizasından Boğaziçi’ne girmeye başladığı zaman bakış açısı önünde öyle gönül alıcı bir alan belirir ki, bu alanın iki tarafını gerçi devamı epeyce bir çıplaklık sınırlarsa da tam cephede hayretle bakan gözlerine zarif zarif yalılarla süslenmiş etekleri güzel bir denizin şarkı söyleyen dalgalarıyla ıslanmakta bulunan kıvrımlı yeşil tepeler tesadüf eder. Bu gönül çelen alanın zeminini teşkil eden güzel denizin gümüş renkli suyuna semanın şurasında burasında serserice dolaşmakta olan kardan beyaz bulut kümecikleri aksedince ve bu yansıma deryayı gökyüzüne, gökyüzünü deniz yüzeyine benzetince o duygulu seyircinin hissiyatını tasvire imkân tasavvur olunamaz. Büyükdere hizalarına yaklaşıp da İncirküpü’ne doğru sahile paralel harekete başlayınca evvelce meftun olduğu tablo büsbütün değişir. Sağlı sollu iki yanda tepeler arasından akıntı boyunca akıp gittiği sırada ne tarafa bakmak, ne tarafa daha ziyade hayran olmak lazım geleceğini bir türlü belirleyemez. Zaten onun için olduğu yerde kalmak da mümkün olamaz ki. Her noktası çeşitli güzelliklerin toplandığı bir panorama özelliğine sahip olan bu iki sahil üzerinde rastladığı bunca insanüstü manzaraların maneviyatında meydana getirdiği arzulu çarpıntının yönlendirmesiyle güya kanatlanıp uçacakmış veya havalanıp bulutlara kadar çıkacakmış gibi çırpına çırpına oradan oraya koşmaktan kendisini alması mümkün değildir. Boğaziçi bir “tabii güzel” kadar sevimlidir demiş olsak güzelliğini tasvir etmiş ve özetlemiş olamayız. Uzun uzadıya tasvire çalışmaktan da, vaktin müsaade etmemesinden dolayı bir fayda yoktur. Bu sebeple o gibi “sonuçsuz uğraşı”yı başka bir fırsata bırakacağız. Bir kere bu kadar “güzellikleri toplayan” Boğaziçi’nin haber verdiğimiz mevsimdeki hoşluğunu tasavvur etmeli, bir de bu hoşluğa kuvvetli bir mehtabın katacağı parlaklığı düşünmeli. “Hoşluk içinde hoşluk” tanımına uygun olan bu parlaklık kimde sabır ve tahammül bırakır ki Boğaziçi ahalisi “denizde dolaşan eğlence” nitelemesine layık görülecek şekilde denize dökülmüş olmasın. Evet! Hemen bütün Boğaziçi bu gece “kayıklanmış” veya “sandallanmış”tı. Miktarı belki üç yüze varan irili ufaklı sandal, kayık, istimbot1 birbirine bağlı gibi büyük bir sal teşkil etmişti ki sırf akıntı sevkiyle Mirgûn’dan2 Bebek Koyu’na doğru akıp gitmekteydi. Ama bu akıştan ihtimal hiç kimse haberdar değildi. Beş-on ateş kayığında3 gayet düzenli ahenk takımları oynak besteler, şevk artıran şarkılar, “dayanılmaz” taksimlerle bütün mehtapçıların şevk ve neşesini gittikçe hararetlendiriyordu. Bu sandalda bir yanık ses, titrek bir nağmeyle bir beste okuyor; öteki kayıkta şirin sesli bir keman, ilahî bir taksim yapıyor; şu tarafta bir “takım” nihavent peşrevi geçiyor; bir tarafta muhabbet sarhoşlarından birisi hasretli ahlar çekiyor; ötede bazı “kavuşma hasreti çeken ler”se ümit coşkusuyla kürek çekiyor. Şu “akıp giden meclis” erbabından birisi Boğaz’ın bu geceki güzelliğini şöyle bir manzumeyle tasvire yeltenmişti:

Semâ berrak ü deryâ sâf u hem-vâr öyle kim gûyâ,
Semâ deryâdan ayrılmış veya kim âsumân deryâ.

Safâ-ender-safâ aksi semânın rûy-ı deryâda,
Hayât-efzâ durur aks-i zemîn mir’ât-ı bâlâda.

Çemen pür-neşe, mürgân-ı çemen pür-neşe, gül
handân
Semâ handân, zemin pür-hande, handân dide-i
cânân.1

Nesîm ol rütbe nâzân kat’-ı râh eyler ki şevkinden
Sanırsın gaşyolup kalmış zemînin şevk ü zevkinden.2

Bu dem kim ins ü cin hem-bezm-i âheng-i safâ
olmuş
Zemin ü âsumân bin cilve, bin âhenk ile dolmuş.3

Riyâz-ı cennete reşk-âver olmuş sahn-ı Sâdâbâd
Melâik manzarından manzar-ı Firdevs’i etmez yâd.4

Boğaziçi hele yekpâre bir bezm-i safâ olmuş
Küçüksu âlemiyse cümlesinden bî-bahâ olmuş.5

Feriştehler semâdan can atar mehtâbına gûyâ
Kamer de gark-ı hayrettir bu âb u tâbına gûyâ.6

Gezer erbâb-ı şevk u neşe sandallarla deryâda
Tanîn-endâz olur hey hey sedâsı bezm-i âlâda.7

Keman, kânun u nısfiye, def ü ud, mandolin yer yer
Semâ’-ı can-ı kudsiyânı lebrîz-i tarâb eyler.1

Bu demlerdir ki nâz u cilveler mestâne raks eyler
Çıkar uşşak2
ile mehtaba nazlı sesli dilberler.3

Zebûn-ı neşedir mutrîb, dûçar-ı şevk hânende4
Sen ey gâfil nasıl hâbidesin bilmem ki hânende?5

Bebek Koyu’nda, Mirgûn önlerinde, ta Kalender’de
Yalılar, köşklerde vü6
safâlar bahrde berde.7

Gönüller çırpınır sim-âb içinde cûş-i sevdadan
Olur âzâde sevdâlar bütün kayd-ı süveydadan.8

Düşer bîtâb-ı mestîtab’-ı nas-ı mehveşân yer yer
Verir bir câme-hâb-ı nâz-ı mestîden nişân her yer.9

Çıkar mansûra1
sesler yükselir her perdede uşşak
Neva-i2
evc-ârâdan3
olur efzunter eşvâk.4

Eder şevk-i tarâb âheng-i bezm-i ayşı germ-â-germ
Neşât-ı bezm-i Cemşîd’i bu şevk ü neşe eyler şerm.5

Sabâ-i huş-vezân tahrik eder deryâ-i hem-vârı
Olur hâbide-i cünbüş sabâhın feyz-i bîdârı.6

Seher ol rütbe şevk-efzâ olur kim matlâü’l-envar
Sanır diller ki Mûsâ’ya bu yerlerdir tecellî-zâr.7

O dem kim gonce-i nevres kılar gülbünde bin hande
Batar bîtâb-ı mestî ay, çıkar hurşîd-i şermende!8

Gönül tasvîrini arzu ederdi bî-kusur amma
Nasıl icmâle sığsın öyle bir şevk-i behiştî ya?9

Bu terane bile Boğaziçi’nin “mehtaplı” gecesindeki
parlaklığını ve tatlılığını anlatmakta âcizdir.

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

  • Kategori(ler) Roman (Yerli)
  • Kitap AdıZehra (Günümüz Türkçesiyle)
  • Sayfa Sayısı176
  • YazarNabizade Nâzım
  • ISBN9789750741043
  • Boyutlar, Kapak12,5 x 20,5 cm, Karton Kapak
  • YayıneviCan Yayınları / 2024

Yazarın Diğer Kitapları

  1. Zehra ~ Nabizade NazımZehra

    Zehra

    Nabizade Nazım

    Nabizade Nâzım (1862-1893). Babası ve annesini küçük yaşta yitirmesinden dolayı çocukluğu pek de mutlu geçmedi. Ninesinin yanındayken Tophane Mahalle Mektebi’ni bitirdi. Beşiktaş Askeri Rüştiyesi’ni...

  2. Yadigârlarım ~ Nabizade NâzımYadigârlarım

    Yadigârlarım

    Nabizade Nâzım

    “Derler ki sevda insanın ahlakını düzeltir, yanıltsa bile sevelim: Mademki insanız!Of! Böyle boş işlerle uğraşmak da hoşa gitmiyor ama zamanın mecburiyetlerine uymak lazım geliyor.Bir...

Men-e-men Birazoku

Aynı Kategoriden

  1. Kiralık Hayaller ~ Ahmet Günbay YıldızKiralık Hayaller

    Kiralık Hayaller

    Ahmet Günbay Yıldız

    Semih, etrafındaki güçlerin ve maddenin kuşatmasında olan bir kasabada ´asil kime denir, asil doğulur mu yoksa asalet sonradan hakedilip taşınan bir vasıf mıdır? ´...

  2. Sevgili Yalnızlık ~ Seyfettin AraçSevgili Yalnızlık

    Sevgili Yalnızlık

    Seyfettin Araç

    “Ben insanları anlayamadığım için canım acıyor, insanlar beni anladıkları için canımı yakıyorlar.” Ben sonsuz yalnızlığa inanıyorum, iklimlere, mevsimlere, kuşlara ve sokaklarda oynayan çocukların masumiyetine...

  3. Savrulanlar ~ Yüksel PazarkayaSavrulanlar

    Savrulanlar

    Yüksel Pazarkaya

    Savrulanlar, iki ülke arasında kalmış, farklı kültürlere ayak uydurmaya çalışan hayatların hikâyesidir. Türkiye’den Almanya’ya işçi olarak göç eden göçmenler ve vatanlarından, ailelerinden uzakta geçirilen ömürler,...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur