Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Ölümcül Sırlar
Ölümcül Sırlar

Ölümcül Sırlar

Robert Bryndza

Mükemmel cinayet için kusursuz Bir planın olmalı Bir anne, buz gibi bir sabaha uyandığında kızının kanlar içindeki cesedini yolun üzerinde donmuş hâlde bulmuştu. Kurbanın…

Mükemmel cinayet için kusursuz Bir planın olmalı

Bir anne, buz gibi bir sabaha uyandığında kızının kanlar içindeki cesedini yolun üzerinde donmuş hâlde bulmuştu. Kurbanın kapısının önünde kim böyle vahşi bir cinayet işlerdi ki?

Sinirlerini fazlasıyla yıpratmış bir davayı henüz noktalayan Dedektif Erika Foster, zorunlu bir izindeydi. Fakat yeni vakanın ayrıntılarını öğrendiğinde, her ne kadar hazır olmadığını bilse de soruşturmayı üzerine almak zorunda hissetmişti.

İşe koyulur koyulmaz, kadının öldürüldüğü sakin Güney Londra banliyösünde başka saldırı ihbarları olduğunu öğrendi. Hepsi gaz maskesi takan, siyahlara bürünmüş biri tarafından gerçekleştirilmişti ve dehşet verici bir detay, bu saldırılarla kurbanı birbirine bağlıyordu.

Erika, katilin ürkütücü imzasının peşine düşmüştü. Genç ve güzel kadının ölümünü çevreleyen sırlar ağını çözmeye çalıştıkça, vaka daha da karmaşık bir hâl alacaktı. Ve tam da tüm parçaları bir araya getirmeye başlamışken, acı dolu hatıralar peşine düşecekti. Erika acele etmeliydi çünkü bu sefer kendi çevresinden biri de tehlikedeydi.

Dedektif Erika Foster serisi için övgüler

“Bu seri o kadar harika ki Robert Bryndza için kesinlikle en sevdiğim polisiye yazarı diyebilirim.” —Star Dust Book Reviews

“Erika Foster kesinlikle en sevdiğim kurmaca karakter.” —The Book Heaten

“Robert Bryndza gerçek bir dâhi.” —The Quiet Knitter

“Sakin, zeki ve güçlü Erika Foster’ı yeniden görmek çok güzel.” —Trisha’s Blog

“Dedektif Erika Foster serisi sonunda zirveye ulaştı dediğimde, Robert Bryndza çıtayı daha yükseğe çıkarmayı başarıyor.” —The Book Review Café

*

İnsan en az kendi karakterinde konuşurken kendisidir.
Ona bir maske verin, size hakikati söylesin.
—Oscar Wılde

BİR

Noel arifesinin geç saatleriydi. Marissa Lewis, Brockley’de trenden inip platforma ayak bastı ve sarhoş kalabalıkla beraber üst geçide doğru ilerledi. İlk kar taneleri havada tembelce burgaçlar çiziyordu. Bir an evvel evlerine ulaşıp kutlamalara başlamaya hevesli kalabalıkların içi heyecan ve alkolle doluydu.

Marissa mavi siyah saçlı, menekşe gözlü, vücudu kum saati şeklinde, güzel bir kadındı. Annelerin oğullarını uyardıkları türden bir kız olmaktan gurur duyardı. Burlesk dansçısı olarak sahne aldığı Londra’daki şu gece kulübünden eve dönüyordu ve üzerinde kürk biyeli, siyah, uzun, vintage bir kaban vardı. Tenini solgun gösteren ağır bir makyaj yapmış, takma kirpikler takmış ve dudaklarına kan kırmızısı bir ruj sürmüştü. Üst geçidin basamaklarına ulaştığında, önündeki birkaç erkek dönüp onu açlıkla süzdü. Marissa adamların bakışlarını takip edince uzun kabanının alttaki düğmelerinin açıldığını ve merdivenden çıkarken, gösterisi için giydiği uzun çoraplarıyla jartiyerini gözler önüne serdiğini gördü. Kocaman pirinç düğmeleri iliklemek için durduğunda insanlar iki yanından akın akın ilerlemeye devam ettiler.

“Umarım o kürk sahtedir,” diye homurdandı biri arkasından. Marissa arkasına baktığında kemikleri sayılan genç bir kadın ve en az onun kadar zayıf erkek arkadaşıyla karşılaştı. İkisinin de üstünde pejmürde kışlık montlar vardı ve kadının uzun saçları yağ içindeydi.

“Evet, sahte,” diye çıkıştı Marissa, yalanını maskeleyen baş döndürücü bir gülümsemeyle.

“Bana gerçek gibi göründü,” dedi genç kadın. Erkek arkadaşı ağzı hafifçe aralanmış vaziyette, Marissa’nın düğmelerini iliklemekle meşgul olduğu kabanından görünen dantelli çorabıyla jartiyerine alık alık bakıyordu.

“Frank!” diye patladı genç kadın ve erkek arkadaşını çekiştirerek basamakları tırmanmaya koyuldu.

Marissa’nın kabanının biyesindeki kürk gerçekti. Soho’daki bir ikinci el vintage mağazasında sudan ucuza görünce kaçırmamıştı. Yanında da o esnada koluna asılı olan makyaj çantasını almıştı.

Marissa kalan basamakları da çıktı ve üst geçitten geçti. Aşağıdaki tren rayları ay ışığında parlıyordu ve çatıların üstü inceden karla örtülmeye başlamıştı. Üst geçidin sonuna yaklaştığında az önce dikkatini çeken iki genç adamın en üst basamakta
oyalanarak beklemekte olduklarını gördü. Nabzı hızlandı.

“Yardım edebilir miyim?” diye sordu daha uzun olanı kolunu uzatarak. Kızıl saçlı, al yanaklı, sakalsız, yakışıklı bir tipti. Üç parçalı bir takım elbise ve taba rengi uzun bir kaban giymişti. Taba rengi deri ayakkabıları parlıyordu. Arkadaşı daha kısa boyluydu ve neredeyse uzun boyluyla bir örnek giyinmişti fakat tip açısından diğeri kadar şanslı değildi.

“Böyle iyiyim,” dedi Marissa.

“Yerler kaygan,” diyerek diretti adam kolunu zorla Marissa’nınkinin altına sokarak. Şimdi aşağı inen merdivenin yarısını tıkıyorlardı. Bir anlığına Marissa adamı süzdü ve yardım teklifini kabul etmenin durumu kolaylaştırabileceğine karar verdi.

“Teşekkür ederim,” dedi ve adamın koluna girdi. Daha kısa boylu olan adam makyaj çantasını almaya davrandı ama Marissa başını iki yana sallayarak gülümsedi. Marissa’yı aralarına almış, merdivenden inerlerken ayaklarının altındaki tuzlar çatır çutur etti. Bira ve sigara kokuyorlardı.

“Manken misin?” diye sordu uzun boylu olanı.

“Hayır.”

“M.L. neyin kısaltması?” diye sordu kısa boylu olanı makyaj çantasına işlenmiş harflere işaret ederek.

“Adımla soyadımın baş harfleri.”

“Yani? Adın ne?”

“Ben Sid, bu da Paul,” dedi uzun boylu adam. Paul sırıtarak iri, sarı dişlerini gözler önüne serdi. Basamakların sonuncusundan da indiler ve Marissa onlara teşekkür edip kolunu adamınkinden kurtardı. “Bir içki içmeye ne dersin?”

“Teşekkürler ama eve geç bile kaldım,” dedi Marissa. Adamlar yine merdivenin yarısını tıkamışlardı ve kalabalık sel gibi yanlarından akıp gidiyordu. Bir an öylece dikildiler. Bekliyor, durumu tartıyorlardı.

“Hadi ama, Noel vaktindeyiz,” dedi Sid. Marissa geriye doğru bir adım atarak onlarla arasına trenden inen yolculardan birkaçını koydu. “Seni evine de bırakabiliriz?” diye ekledi Sid insanları itip kakarak Marissa’nın yanına gitmeye çalışırken. Paul bir delikanlıyı iterek kalabalığın içinde kendine yol açtı ve o da Marissa’ya doğru hareketlendi. Boncuk gibi gözleri hem delici hem de boş bakıyordu.

“Hayır. Gerçekten. Eve gitmeliyim ama teşekkür ederim, çocuklar. Mutlu Noeller.”

“Emin misin?” dedi Paul.

“Evet, teşekkürler.”

“Seninle bir fotoğraf çekilebilir miyiz?” diye sordu Sid.

“Ne?”

“Sadece birlikte bir selfie; güzel kızları severiz. Ayrıca geceleri soğuk yataklarımızda bir başımıza yatarken bakacak bir şeyimiz olur.”

Ona bakış şekilleri Marissa’ya kurtları düşündürdü. Aç kurtları. İki yanında durup ona iyice sokuldular. Sid iPhone’unu çıkarıp ardı ardına selfieler çekerken Marissa arka tarafında bir el hissetti. Derken parmaklar kalçalarının arasına doğru hareketlendi.

“Harika,” dedi adamlardan uzaklaşarak. Ona fotoğrafı gösterdiler. Marissa’nın gözleri fal taşı misali açık çıkmıştı, yine de hissettiği kadar korkmuş görünmüyordu.

“Gerçekten harika bir vücudun var,” dedi Sid. “Seni bizimle bir içki içmeye ikna edemeyeceğimizden emin misin?”

“Votkamız, Malibu’muz, şarabımız var,” dedi Paul. Marissa üst geçitten yana baktı ve hâlâ birkaç yolcunun oradan geçmekte olduğunu gördü. Tekrar adamlara döndü ve yine zoraki bir gülümseme takındı.

“Üzgünüm, çocuklar. Bu gece olmaz.”

Başını kaldırıp yukarı, küre şeklindeki plastik muhafazasının içindeki güvenlik kameralarından birine baktı. Adamlar bakışlarını takip ettiler. En nihayetinde durumu çaktılar ve yanından ayrıldılar.

“Amma da kendini beğenmiş bir sürtüktü,” dediğini duydu Paul’ün. Biraz geride kaldı, derin bir oh çekti ve iki adamın kaldırımın kenarındaki bir arabaya doğru seğirtmelerini izledi ama arkalarını dönüp ona baktıklarında bakışlarını kaçırmak zorunda kaldı. Kahkaha attıklarını, arabanın kapılarını çarparak kapattıklarını ve ardından motoru çalıştırdıklarını duydu. Ancak araba kaldırımın kenarından ayrılıp istasyonun önündeki cepten çıktığında nefesini hâlâ tutmakta olduğunu fark etti.

Nefesini verdi ve sona kalan birkaç yolcunun da merdivenden indiğini gördü. Derken gözü en tepede duran, ellilerinin başında, uzun boylu, yakışıklı adamla son derece solgun görünen eşine takıldı.

“Kahretsin,” dedi alçak sesle. Koşar adım kendini yan yana dizilmiş bilet otomatlarından birinin önüne attı ve pürdikkat ekrana bakar gibi yaptı.

“Marissa! Seni gördüm!” dedi alkolden kalınlaşmış bir kadın sesi. “Gördüm seni, sürtük!” Kadın ona yetişmek için merdivenden paldır küldür indi.

“Jeanette!” diye bağırdı adam.

“Bizi rahat bırak,” diye bağırdı kadın. Marissa’ya uzandı ama temas etmesine ramak kala durdu. İşaretparmağını Marissa’nın suratından üç santim ötede salladı. “Ondan uzak duracaksın!”

Gözleri kan çanağına dönmüştü. Suratı kızarmış ve şişmiş, kırmızı ruju dudaklarının etrafındaki, sigara tiryakilerine has kırışıklıkların içine dolmuştu.

“Jeanette!” diye tısladı adam. Nihayet kadına yetişmiş, onu oradan uzaklaştırmaya çalışıyordu. Karı koca aşağı yukarı aynı yaşta olmasına rağmen adamın haşin, yakışıklı bir suratı vardı.

Bu durum Marissa’ya zamanın erkeklere daha merhametli davranabildiğini hatırlattı.

“Yolunuza çıkmamaya çalışıyorum ama aynı sokakta oturuyoruz. Yollarımız mecburen kesişiyor,” dedi Marissa tatlılıkla gülümseyerek.

“Kevaşenin tekisin!”

“Barda mıydın, Jeanette?”

“Evet!” diye hırladı kadın. “Kocamla.”

“Sen ayık görünüyorsun, Don. Ben de sarhoş gözlüğüne asıl ihtiyacı olanın sen olduğunu sanırdım.”

Jeanette, Marissa’nın suratına bir tokat atmak için elini kaldırdı ama Don onu bileğinden yakaladı.

“Bu kadarı yeter. Neden şu dilini tutamıyorsun, Marissa? İyi olmadığını görüyorsun,” dedi.

“Burada yokmuşum gibi konuşmayı kesin,” dedi Jeanette peltek peltek.

“Hadi, gidiyoruz,” dedi Don. Neredeyse bir hasta gibi kadını oradan uzaklaştırdı.

“Siktiğimin orospusu,” diye mırıldandı Jeanette.

“Seks için kimseden para aldığım olmadı!” diye bağırdı Marissa. “Don’a sor!”

Don suratında kederli bir ifadeyle dönüp ona baktı. Marissa adamın alkolik karısına mı yoksa kendine mi üzüldüğünü kestiremedi. Jeanette’in kaldırımın kenarındaki arabaya binmesine yardım edip onu yolcu koltuğuna oturttu. Onlar arabalarıyla çekip giderlerken Marissa gözlerini yumup Don’la yaşadıklarını anımsadı. Gece geç saatte, annesi uyuduktan sonra kapısını çalışını… Birlikte sessizce yatak odasına geçişlerini… Sevişirlerken
sıcak vücudunun teninde bıraktığı hissi…

Gözlerini tekrar açtığında son yolcuların civar sokaklara dağıldığını ve orada yalnız olduğunu gördü. Lapa lapa kar yağıyordu ve kar taneleri istasyonun içinde bulunduğu parkın etrafına yerleştirilmiş parlak ışıklara yakalanıyordu. Marissa istasyonun önündeki cebe çıktı ve Foxberry Yolu’ndan sağa döndü. Evlerin pencerelerinden ışıl ışıl Noel ağaçları görünüyor, karları ezen botlarının sesi yoğun sessizliği delip geçiyordu.

Yol ileride sertçe sağa doğru kıvrılıp Howson Yolu’na dönüştü. Marissa tereddüt etti. Karanlığa gömülmüş sokak önünde uzanıp gidiyordu. Lambalarının çoğu sönmüştü ve iki tarafı sıra evlerle kaplı beş yüz metre uzunluğundaki sokağı aydınlatmak iki sokak lambasına kalmıştı. Marissa bu yolu son trenin diğer yolcularıyla yürümeyi istemişti; onunla aynı yoldan giden birileri muhakkak olurdu ve onlar sayesinde yürüyüş boyunca kendini daha güvende hissederdi. Ne var ki Jeanette ve istasyondaki şu iki ucube planlarını altüst etmişti.

Marissa gölgelerin hâkim olduğu ara sokaklarda karanlık, boş pencerelerin arasından koşar adım ilerlemeye koyuldu. Kendini bir sonraki ışık havuzuna zor atıyordu. Sokağın sonundaki okul sayesinde gündüz gibi aydınlık olan Coniston Yolu karanlığın içinde göründüğünde derin bir oh çekti. Sola döndü, oyun parkından yürüdü ve karşıdan karşıya geçerek bahçe kapısının önüne geldi. Kapı açılırken gıcırdadı. Pencerelerin hepsi karanlıktı ve minicik ön bahçeleri gölgeler içindeydi. Marissa anahtarını çoktan hazırlamıştı fakat tam anahtarı kilide sokacaktı ki arkasından yumuşak bir küt sesi geldi.

“İsa aşkına! Ödümü kopardın, Beaker,” dedi bahçe kapısının yanındaki büyük çöp tenekesinin tepesinde oturan bir kedinin kusursuz, koyu renkli hatlarını görünce. Marissa yanına gidip kediyi kucakladı. “Hadi. Dışarısı ikimiz için de çok soğuk.” Beaker mırıldandı ve ona anlamlı, yeşil gözleriyle baktı. Marissa suratını kedinin sıcak tüylerine gömdü. Kedi ona bir anlık huzur lütfettikten sonra kollarının arasında kıvrandı. “Tamam tamam, seni küçük bok çuvalı.” Kedi kucağından atladı ve göz açıp kapayıncaya dek bahçenin yan tarafındaki çalıların arasına daldı.

Marissa anahtarı kilide sokmak için uzandı ama arkasındaki bahçe kapısı gıcırdayınca donakaldı. Belli belirsiz bir sürtünme sesi duydu. Bunu karı çiğneyen ayak sesleri takip etti. Marissa usulca o yana döndü.

Arkasında uzun, siyah trençkotlu bir karaltı vardı. Yüzü suratındaki gaz maskesinden ötürü görünmüyordu. Maskenin parlak siyah deriden biçilmiş başlık kısmı kafatasını sımsıkı sarmıştı. İki büyük, yuvarlak göz deliği boş boş Marissa’ya bakıyor, maskenin haznesi ya da nefes alma aparatı suratını göğüs hizasının hemen üstüne kadar uzatıyordu. Karaltı siyah eldiven takmıştı ve sol elinde uzun, ince bir bıçak vardı.

Marissa telaşla anahtarı kilide sokmaya davrandı ama karaltı üzerine atıldı, onu omzundan yakaladı ve sırtını sokak kapısına yapıştırdı. Gümüşi bir parıltı oldu, ardından maskenin göz deliklerine kanlar sıçradı.

Makyaj çantası yere düşerken Marissa elini boynuna götürdü ve ancak ondan sonra gırtlağındaki derin kesiğin korkunç acısını hissetti. Çığlık atmaya çalıştı ama tek yapabildiği lıkırtıyı andıran bir ses çıkarabilmek oldu ve ağzı kanla doldu. Ellerini kaldırdı. Karaltı bir parça sendeledikten sonra bıçağını tekrar savurdu ve parmaklarından ikisiyle kabanının kumaşını etine kadar kesti. Marissa nefes alamıyordu. Soluk almaya çalıştıkça da boğulur gibi sesler çıkarıyor ve etrafa kan sıçratıyordu. Karaltı onu kafasının arkasından yakaladı, patika boyunca sürükledi ve suratını bahçe kapısının tuğla kaidesine geçirdi. O anda yüzünde korkunç bir acı patlak verdi ve Marissa kırılan kemiğin sesini duydu.

Nefes almaya çalıştı ama öğürdü. Kanla dolan ciğerlerinde havaya yer kalmamıştı. Bu yabancının onu kapıdan küçücük bahçenin ortasına doğru sürüklemeye çalışmasını neredeyse kayıtsızca izledi. Karaltı yalpaladı. Bir an düşecek gibi oldu ama sonra dengesini korudu. İki eliyle bıçağı sımsıkı kavrayıp Marissa’nın boynunu ve gırtlağını deşmeye koyuldu. Kanı kar örtüsüne oluk oluk akarken son nefesini vermek üzere olan Marissa gaz maskesinin iri, geniş göz deliklerinden gördüğü yüzü tanıdığını düşündü.

İKİ

Başmüfettiş Erika Foster’ın alarmı 07:00’da çaldı ve yatak örtüleriyle battaniyelerin derinliklerinden çıkan soluk tenli, ince bir kol alarmı kapattı. Yatak odası karanlık ve serindi. Sokak lambalarının ışığı üç yıldır değiştirmeye niyetli olduğu fakat evsahibine sorma fırsatını bir türlü bulamadığı kâğıt inceliğindeki jaluzilerden içeri süzülüyordu. Yatakta yuvarlandı, örtüleri üstünden attı, yalınayak banyoya gitti ve duşunu alıp dişlerini fırçaladı.

Ancak giyindikten, telefonunu, cüzdanını ve kimlik kartını cebine attıktan sonra o günün Noel olduğunu ve Binbaşı Paul Marsh’ın evinde öğle yemeğine davetli olduğunu hatırladı. “Kahretsin,” dedi gerisin geriye yatağına otururken. Elini kısa, sarı saçlarından geçirdi. “Kahretsin.” Çoğu polis memuru Noel günü öğle yemeğini mahalli amirle ve ailesiyle yeme davetini bir başarı olarak görürdü ama Erika için Marsh’la ilişkisi… karmaşıktı.

Erika genç bir çiftin bir dizi cinayet işlediği yürek burkan bir vaka üzerinde çalışmayı yeni bitirmişti. Hastalıklı oyunlarının bir parçası olarak Binbaşı Marsh’ın iki küçük kızını kaçırmışlardı ve Marsh’ın karısı Marcie kaçırma hadisesi sırasında saldırıya uğramıştı. Vaka tam teşekküllü bir insan avıyla sonuçlanmıştı. Kızlar Erika sayesinde kurtarılmıştı. Hâliyle Marsh’la Marcie’nin onu teşekkür mahiyetinde davet ettiklerinin farkındaydı ama tek istediği olanları unutmaktı.

Erika ayağa kalktı ve gardırobunun kapağını açarak neredeyse hepsi işte giymeye uygun olan az sayıdaki kıyafetine baktı. Özenle asılmış siyah pantolonların, hırkaların ve beyaz gömleklerin arasından mavi renkli, kolsuz bir elbise bulmayı başardı. Elbisenin askısını çene hizasında tutarak makyaj masasının aynasına döndü. Erika’nın boyu yalınayak bir seksendi. Güçlü, belirgin elmacıkkemikleri, iri kahverengi gözleri ve ıslak tutamlar hâlinde dik dik duran kısa, sarı saçları vardı. “İsa aşkına, resmen bir deri bir kemik kalmışım,” dedi elbiseyi eskiden kıvrımlı olan vücuduna tutarken. Merhum kocası Mark’ın şifoniyerin üstünde duran fotoğrafına baktı. “Kimin Lean Cuisine’e ihtiyacı var ki? Dul kalmak insanın bel çevresinde mucizeler yaratıyor…” Esprisinin soğukluğu onu dehşete düşürdü. “Üzgünüm,” diye ekledi.

Mark da bir polis memuruydu. Erika, Marsh ve Mark birlikte eğitim görmüşlerdi ama Mark altı yıl önceki bir uyuşturucu baskını sırasında hayatını kaybetmişti. Mark’ın fotoğrafı on beş yıl boyunca paylaştıkları Manchester’daki şu evin oturma odasında çekilmişti. Pencereden süzülen güneş ışığı huzmeleri kısacık kesilmiş sarı saçlarına vurarak altın rengi bir hale yaratıyordu. Yakışıklıydı. Gülümsemesi sıcacık ve bulaşıcıydı.

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Yazarın Diğer Kitapları

  1. Soğuk Kan ~ Robert BryndzaSoğuk Kan

    Soğuk Kan

    Robert Bryndza

    Bir katile âşık oldum Şimdi benim de ellerimde kan var Dedektif Erika Foster, polislik kariyeri boyunca her türden cinayetle karşılaştığını düşünüyordu, ta ki Thames...

  2. Nine Elms – Kate Marshall 1 ~ Robert BryndzaNine Elms – Kate Marshall 1

    Nine Elms – Kate Marshall 1

    Robert Bryndza

    BİR KERE ÖLÜMÜN PENÇESİNDEN KURTULDU. BU KEZ AV MI OLACAK AVCI MI? Kate Marshall, gelecek vaat eden genç bir polisti. Ancak birçok genç kızın...

Bebhome Kahve

Aynı Kategoriden

  1. St. Petersburg’da Yasak Aşk ~ Mishka Ben-DavidSt. Petersburg’da Yasak Aşk

    St. Petersburg’da Yasak Aşk

    Mishka Ben-David

    St. Petersburg’da Yasak Aşk, geçmişine sırtını dönerek umutsuzca son mutluluk şansının peşinden giden bir Mossad ajanının hikâyesi. Karlı bir St. Petersburg sabahında gözünü Rus...

  2. Tek Tadımlık Hayat ~ Dr. Lee LipsenthalTek Tadımlık Hayat

    Tek Tadımlık Hayat

    Dr. Lee Lipsenthal

    Her günü son günmüş gibi yaşayın Nasıl olsa bir gün haklı çıkacaksınız! Steve Jobs (Stanford Üniversitesi’ndeki konuşmasından…) Çoğu zaman uçurumun kenarına gelmeden hayatın değerini...

  3. Sakallı Kralların Gölgeleri ~ José J. VeigaSakallı Kralların Gölgeleri

    Sakallı Kralların Gölgeleri

    José J. Veiga

    İtaat duvarlarını aşıp gökyüzüne kanat çırpanların öyküsü… Delidolu okurlarının Gevişgetirenler Zamanı adlı yapıtıyla tanıdığı, Portekizce edebiyatın 20. yüzyıldaki en önemli yazarlarından biri olan José J. Veiga’nın...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur