Bir katile âşık oldum
Şimdi benim de ellerimde kan var
Dedektif Erika Foster, polislik kariyeri boyunca her türden cinayetle karşılaştığını düşünüyordu, ta ki Thames Nehri’nin kıyısında bulunan valizdeki cesedi görene kadar.
Güvenilir ekibinin çabaları sayesinde soruşturmayı derinleştirdikçe vaka karmaşıklaşıyor ve kurbanların sayısı gitgide artıyordu.
Seri katilin onlardan birkaç adım önde olduğunu fark ettiklerinde ise namlunun ucu çoktan sevdiklerine dönmüştü. Hızla azalan zaman Erika’yı çok büyük riskler almaya iterken korkunç bir gerçekle yüzleşmeleri gerekecekti.
“Robert Bryndza beni asla hayal kırıklığına uğratmıyor.” —The Book Review Café
“Erika Foster serisi, okuduğum en iyi kadın dedektif serisi olabilir.” —Stardust Book Reviews
“Soğuk Kan, kapatıp bir köşeye koyacağınız değil, tadını olabildiğince uzun çıkarmaya çalışacağınız bir roman.” —Jen Med’s Book Reviews
“Robert Bryndza gerçek bir dâhi.” —The Quiet Knitter
“Soğuk Kan, bu serideki favori kitabım oldu bile. Kaçırmak istemezsiniz.” —The Letter Book Reviews
“O kadar gerilim yüklü ki kalbim patlayacak sandım.” —Chelle’s Book Reviews
“Sakin, zeki ve güçlü Erika Foster’ı yeniden görmek çok güzel.” —Trisha’s Blog
BİR
2 EKİM 2017, PAZARTESİ
Başmüfettiş Erika Foster, Londra’nın meşhur Thames Nehri’nin güney kıyısı boyunca uzanan ve South Bank olarak bilinen taş döşeli yürüyüş yolunda Müfettiş Moss’la birlikte telaşlı adımlarla yürürken sicim gibi yağan yağmura karşı elini gözlerine siper etti. Su çekilmişti ve açıkta kalan nehir yatağına saçılmış çamur tabakası, tuğlalar ve çöpler kahverengi bir şerit misali boylu boyunca uzanıyordu. Erika’nın uzun, siyah ceketinin cebindeki telsizden tiz bir çatırtı yükseldi ve Erika olay mahallindeki memurun nerede olduklarını sorduğunu duydu. Telsizi cebinden çıkarıp yanıt verdi: “Başmüfettiş Foster konuşuyor. İki dakika uzaklıktayız.”
Hâlâ sabah trafiğinin yoğun olduğu saatlerdi fakat şehrin üstüne çökmekte olan kasvetli sis yüzünden hava çoktan kararmaya başlamıştı. Adımlarını hızlandırdılar ve IBM’in gökdelenden farksız genel merkeziyle ITV Studios’un solgun renkli bodur binasının önünden geçtiler. Burada South Bank sağa doğru sertçe kıvrıldıktan sonra genişleyerek Kraliyet Ulusal Tiyatrosu’na ve Hungerford Köprüsü’ne çıkan ağaçlı caddeye açılıyordu.
Moss yavaşlarken, “Aşağıdalar, patron,” dedi soluk soluğa.
Üç metre kadar aşağılarındaki açığa çıkmış nehir yatağında, South Bank’in sağa doğru kıvrıldığı köşeye saklanmış, insan yapımı bir kumsalda küçük bir grup insan toplanmıştı. Erika sancıyan kaburgalarını ovuşturdu. Bir sekseni aşkın boyuyla Moss’a resmen tepeden bakıyordu ve kısa sarı saçları yağmur yüzünden kafasına yapışmıştı.
“Sigarayı azaltmalısın,” dedi Moss başını kaldırıp ona bakarak. Kızıl renkli ıslak saçlarını yüzünden çekti. Dolgun yanakları koşmaktan al al olmuştu ve suratı çillerle kaplıydı. Erika, “Sen de Mars yemeyi kesmelisin,” diyerek ateşe ateşle karşılık verdi. “Zaten azalttım. Bir tane kahvaltı niyetine, bir tane de öğle yemeği yerine yedikten sonra akşamları doğru düzgün besleniyorum.” “Bende de sigaralarla durum aynı,” diyerek gülümsedi Erika. Thames’e inen taş basamaklara geldiler. Değişen su seviyesinden ötürü yer yer lekelenmişlerdi. Daha da fenası, son iki basamak yosundan kayganlaşmıştı. Kumsal dört metre genişliğindeydi ve pis, kahverengi suların çalkalandığı yerde aniden son buluyordu. Erika ve Moss kimliklerini çıkarınca kalabalık ikiye ayrılarak bir bekçinin kuma yarı yarıya gömülmüş, büyük, haşatı çıkmış, kahverengi bir valizi korumaya çalıştığı yere geçmelerine müsaade etti. “Kalabalığı buradan uzaklaştırmayı denedim, han’fendi, ama olay mahallini başıboş bırakmayı istemedim,” dedi gözlerini kısarak yağmur damlalarının arasından Erika’ya bakan genç kadın. Ufak tefek ve zayıftı ama azmi gözlerindeki parıltıdan belliydi. “Yalnız mısın?” diye sordu Erika bakışlarını valize indirirken. Kenarındaki bir yırtıktan rengi solup şişmiş iki parmak çıkmıştı. Kadın başıyla onayladı. “Birlikte devriyeye çıktığım diğer bekçi ofis binalarından birinde çalan alarmla ilgilenmek için yanımdan ayrılmak zorunda kaldı,” dedi. “Bu kabul edilemez,” dedi Moss. “Daima iki bekçi olmalıdır. Yani sen Londra’nın göbeğinde gece devriyesini tek başına kotarmaya mı çalışıyorsun?” “Uzatmayalım, Moss…” diyecek oldu Erika. “Hayır, uzatacağım, patron. Bu insanlar gönüllü çalışıyorlar! Neden daha fazla polis memuru işe alınmıyor ki?”
“Gerçek bir polis memuru olmak için deneyim kazanmak adına bekçilere katıldım…” “Adli kanıt bulma şansımızı tamamen kaybetmeden evvel bu alanı boşaltmalıyız,” diyerek araya girdi Erika. Moss başıyla onayladı ve bekçiyle birlikte, aval aval bakan insanları basamaklara doğru gütmeye başladılar. Erika, üzerinde rengârenk bir panço olan, uzun kır saçlı yaşlıca bir adam tarafından küçük kumsalın bitip yüksek duvarın başladığı yere kazılmış iki küçük çukuru fark etti. Adam insanları ve yağmuru umursamadan kazmaya devam ediyordu. Erika telsizini çıkarıp civardaki üniformalı polis memurlarından destek istedi. Etrafta tekinsiz bir sessizlik vardı. Derken rengârenk pançolu adamın Moss’a da kulak asmadan kazmaya devam ettiğini gördü. “Basamaklardan yukarı çıkmanız gerek,” dedi Erika valizin yanından uzaklaşıp adama doğru seğirtirken. Adam başını kaldırıp ona baktı ama yağmurdan çamura dönmüş kum yığınını düzleştirmeye devam etti. “Affedersiniz. Siz. Sizinle konuşuyorum.” Adam amirane bir tavırla, “Peki ya sen kimsin?” diye sordu Erika’yı tepeden tırnağa süzerken. “Başmüfettiş Erika Foster,” dedi Erika kimliğini göstererek. “Burası bir olay mahalli. Ve burayı terk etmelisiniz. Hem de hemen.” Adam kazmayı bırakıp hakarete uğramış pozlarına girdi. “Bu kadar kaba davranmanıza izin veriliyor mu?” “İnsanlar olay mahallini işgal ettiğinde, evet.” “Ama bu benim tek geçim kaynağım. Kumdan heykellerimi burada sergilememe müsaade ediliyor. Westminster Konseyi’nden iznim var.” Ellerini pançosunun içine daldırıp ceplerinin altını üstüne getirdi ve çıkardığı fotoğraflı kimlik kartı göz açıp kapayıncaya dek yağmur damlalarıyla benek benek oldu. Erika’nın telsizinden bir ses yükseldi. “Memur Warford konuşuyor. Memur Charles’la birlikte olay mahallindeyiz…” Erika basamakların yanındaki insan kalabalığına doğru koşturan iki genç memuru görebiliyordu. “Müfettiş Moss’la koordine olun. South Bank’in kapatılmasını istiyorum. Her yönden on beşer metre mesafeden,” dedi telsizine, ardından onu tekrar cebine tıkıştırdı. Adam hâlâ iznini gösteriyordu. “Artık onu kaldırabilirsiniz.” “Çok talihsiz bir tutumunuz var,” dedi adam gözlerini kısarak. “Aynen öyle ve asıl talihsizlik sizi tutuklamak zorunda kalmam olur. Şimdi hadi, yukarı çıkın.” Adam yavaşça ayağa kalktı. “Siz tanıklarla böyle mi konuşursunuz?” “Neye tanıklık ettiniz?” “Buraları kazarken valizi bulan benim.” “Kuma mı gömülüydü?” “Kısmen. Dün burada değildi. Buraları her gün kazarım; gelgit yüzünden kum yer değiştiriyor.” “Burayı neden her gün kazıyorsunuz?” “Ben bir kum heykeltıraşıyım,” dedi adam övünçle. “Burası genellikle benim mekânımdır. Balıklar sudan sıçrarken kayanın tepesinde oturan bir denizkızı yapıyorum; son zamanlarda epey popüler…” “Valize dokundunuz mu ya da bir şeyleri yerinden oynattınız mı?” diye sordu Erika. “Elbette hayır. Şeyi… yani valizin yırtık olduğunu ve yırtıktan… parmakların göründüğünü fark ettiğimde hemen durdum.” Erika adamın korktuğunu görebiliyordu. “Tamam. Yürüyüş yolundan devam edin. İfadenizi almamız gerekecek.” İki polis memuru ve az önceki bekçi yürüyüş yolunu polis kordonuna almıştı. İhtiyar adam basamaklara doğru yürürken Moss, Erika’nın yanına geldi. Artık kumsalda onlardan başkası kalmamıştı.
Lateks eldivenlerini ellerine geçirirlerken valize doğru yürüdüler. Kahverengi malzemedeki yırtıktan çıkan parmaklar şişmiş, tırnakları kararmıştı. Moss dikiş yerlerindeki kumları nazikçe temizleyerek paslanmış fermuarı ortaya çıkardı. Erika’nın birkaç kez hafifçe çekiştirmesi gerekti ama en nihayetinde fermuar ona boyun eğdi ve Erika fermuarı açarken valiz bel vererek aralandı. Moss ona yardım etmeye davrandı ve el birliğiyle valizin kapağını yavaşça kaldırarak açtılar. Dışarı biraz su döküldü. Valizin içine çıplak bir erkek cesedi tıkıştırılmıştı. Moss kolunu burnuna götürerek geriye çekildi. Çürüyen etin ve durgun suyun kokusu genizlerine çarptı. Erika bir anlığına gözlerini kapatıp açtı. Adamın kollarıyla bacakları beyaz ve kaslıydı. Eti işlenmemiş süeti andırıyordu ve pul pul dökülmeye başlamıştı. Öyle ki yer yer kemikleri görünüyordu. Erika nazikçe adamın gövdesini kaldırdı. Altına siyah, seyrek saçlı bir kafa sokuşturulmuştu. “Tanrım, kafası kesilmiş,” dedi Moss adamın boynuna işaret ederek. “Ve valize sığması için de bacakları,” diye tamamladı Erika. Fena hâlde dövülmüş ve şişmiş surat tanınmayacak durumdaydı. Morarmış iki iri dudağın arasından yine şişmiş, siyah bir dil sarkıyordu. Erika gövdeyi nazikçe kafanın üstüne bırakıp valizin ağzını kapattı. “Adli tıp uzmanlarını buraya getirmeliyiz. Hem de hemen. Su yükselene dek ne kadar zamanımız olduğunu bilmiyorum.”
İKİ
Bir saat sonra adli tıp ekibi olay mahallindeydi. Yağmur bardaktan boşalırcasına yağmaya devam ediyor, yoğunlaşan sis civardaki binaların tepelerini gözlerden gizliyordu. Valizin içindeki cesedin üzerine kurulmuş beyaz renkli, geniş adli tıp çadırına bön bön bakmaya gelen kalabalıklar yağmura rağmen polis kordonunun iki ucunda toplanmıştı. Çadır süratle akan karanlık suların yanında uğursuzca parlıyordu.
Çadırın içi sıcaktı. Soğuğa rağmen küçücük alandaki parlak ışıklar sıcaklığın yükselmesine neden oluyordu. Erika ve Moss mavi renkli olay yeri tulumlarını giymişlerdi. İki asistanı ve olay mahalli fotoğrafçısıyla birlikte valizin yanına çömelmiş olan Adli Tıp Uzmanı Isaac Strong’un yanında dikiliyorlardı. Isaac uzun boylu, sırım gibi bir adamdı. Yumuşak bakışlı kahverengi gözleri ve inceltilmiş kaşları olmasa kafasındaki başlığın ve yüzündeki maskenin ardındakinin o olduğunu anlamak mümkün olmazdı. “Bize ne söyleyebilirsin?” diye sordu Erika. “Ceset bir süredir sudaymış; bunu ciltteki sarı ve yeşil renk değişikliklerinden anlayabilirsin,” dedi Isaac adamın göğsüne ve karın bölgesine işaret ederek. “Suyun soğukluğu çürümeyi yavaşlatmıştır…” “Bu yavaşlamış hâli mi?” dedi Moss elini maskesine kapatırken. Koku bunaltıcıydı. Hep birlikte duraksayıp haşatı çıkmış çıplak cesede, parçaların valize nasıl da özenle yerleştirildiğine baktılar: gövdenin iki yanına birer bacak; sağ üst ve sol alt köşelerden bükülmüş diz eklemleri; göğüste kavuşturulmuş kollar ve gövdenin altına yine özenle yerleştirilmiş kesik kafa. Isaac’in asistanlarından biri valizin kapağının iç yüzünde kalan küçük cebi açtı ve içinden küçük, şeffaf bir kilitli torba çıkardı. Torbanın içinde altın bir alyans, kol saati ve bir erkeğe ait altın bir zincir vardı. Koruyucu maskenin üstünden gözlerini belerterek bakan kadın torbayı ışığa tuttu.
“Bunlar kurbanın özel eşyaları olabilir ama kıyafetleri nerede?” dedi Erika. “Sanki öylece atılmamış da paketlenmiş gibi. Kimlik çıktı mı?” diye de ekledi umutla. Olay mahalli fotoğrafçısı öne doğru eğilip iki kare daha çekti. Flaş yüzünden herkes irkildi. Isaac’in asistanı eldivenli elini valizin iç cebine daldırdı ama sonra başını iki yana salladı. “Vücudun bu şekilde parçalarına ayrılması, gösterilen özen ve kıymetli eşyaların paketlenmesi cinayetin önceden planlandığını gösteriyor,” dedi Isaac. “Peki özel eşyaları neden cesetle birlikte paketlenmiş? Neden onları almamış? Bu işi her kim yaptıysa sanki bizimle taşak geçiyor,” dedi Moss. “Cesedin durumu bana yeraltı dünyasıyla ya da uyuşturucuyla ilgili olabileceğini düşündürüyor fakat orasını bulmak size kalmış,” dedi Isaac. Erika başını yukarı aşağı sallarken adamın asistanlarından biri gövdeyi kaldırdı ve fotoğrafçı kurbanın kesik başının fotoğrafını çekti. “Tamamdır, buradaki işim bitti,” dedi fotoğrafçı. “O hâlde cesedi götürelim,” dedi Isaac. “Bir de gelgitle uğraşmak zorunda kalmayalım.” Erika bakışlarını yere indirdi ve kumdaki ayak izlerinden birinin burgaçlar çizen suyla dolmaya başladığını gördü. Tulum giymiş genç bir adam beraberinde getirdiği sedyenin üstünde yeni bir ceset torbasıyla çadırın ağzında belirdi. Erika ve Moss dışarı çıkarak Isaac’in asistanlarının ceset torbasının fermuarını çekip ağzını ardına kadar açışlarını, ardından da valizi yavaşça sedyeye doğru kaldırışlarını izlediler. Kumdan daha bir metre kadar kaldırmışlardı ki valiz takıldı ve asistanların ayakları yerden kesilecekmiş gibi oldu. “Bir dakika, durun, durun, durun!” dedi Erika gerisin geriye çadıra dalarak. Suları damlayan valizin tabanına derhal bir fener tutuldu. İçindeki cesedin ağırlığıyla bel verip dağılmaya yüz tutmuş valize açık renkli, uzunca bir halat dolanmıştı. “Makas, çabuk,” diye parladı Isaac. Steril bir makas çabucak paketinden çıkarılıp eline tutuşturuldu. Isaac valizin altına uzanıp halatı dikkatle keserek asistanların valizi rahatça taşımalarına olanak tanıdı. Fakat tam da sedyenin üzerine koydukları anda valiz dağıldı. Isaac’in teslim ettiği makasla halat hemen oracıkta torbalanıp etiketlendi. Ardından ceset torbasının fermuarının kapatılmasıyla valiz emniyete alınmış oldu. “Otopsiyi tamamladığımda haber veririm,” dedi Isaac. Sonrasındaysa kumda güçlükle ilerleyen ve arkasında derin tekerlek izleri bırakan sedyeyi itmeye çalışan iki asistanıyla birlikte oradan ayrıldı.
Erika ve Moss tulumlarını teslim ettikten sonra South Bank’in taş döşeli yürüyüş yoluna çıktıklarında Olay Yeri Sorumlusu Nils Åkerman’ın beş olay yeri inceleme memurundan oluşan ekibiyle birlikte suç mahalline vardığını gördüler. Şimdi olay yerinden adli delil toplamaya çalışacaklardı. Erika arkasını dönüp kumsala sokulan sulara baktı ve işlerinin şansa kaldığını düşündü. Nils uzun boylu, sırım gibi bir adamdı. İnsanın içine işleyen masmavi gözleri vardı. Gerçi bugün kan çanağına dönmüşlerdi ve Nils de hem bıkkın hem de yorgun görünüyordu. “Ördekler için güzel hava,” dedi yanlarından geçerken onları selamlayarak. Hafif bir İsveç aksanı olsa da İngilizceyi kusursuz konuşuyordu. Nils’le ekibinin gittikçe ufalan kumsala doğru seğirtmelerini izlerlerken birileri Erika’yla Moss’un eline birer şemsiye tutuşturdu. Sular çadırdan şimdi en fazla otuz santim uzaklıktaydı ve yağmurun etkisiyle iyiden iyiye kabardığından çok zamanları kalmamıştı. “Onun esprilerini hiç anlamıyorum,” dedi Moss. “Ortalıkta ördek görüyor musun?” “Sanırım ördeklerin böyle havaları seveceklerini kastetti. Ayrıca şaka yaptığını kim söyledi?” “Ama espri yapar gibiydi. Hep İsveçlilerin mizah anlayışı yüzünden. Acayip bir mizah anlayışları olduğunu duymuştum.” “Neyse, işimize odaklanalım,” dedi Erika. “Valiz nehrin daha yukarısından suya atılmış ve gelgitin etkisiyle sürüklenirken halata takılmış olabilir.” “Elimizde, valizin suya atılmış olabileceği kilometrelerce uzanan bir kıyı şeridi var,” dedi Moss. Erika başını kaldırıp binalara ve işlek nehir sularına baktı. Bacasından siyah dumanlar tüten bir mavna aheste aheste seyrederken Thames Clipper adı verilen uzun, alçak su taksilerinden ikisi aksi yönde suları yara yara ilerliyordu. “Burası cesetten kurtulmak için epey aptalca bir yer olurdu,” dedi Erika. “Ne de olsa gece gündüz açık ve sürekli polis gözetiminde. Kaldı ki valizi barların, ofislerin, güvenlik kameralarının ve tanıkların önünden geçirerek South Bank boyunca taşıman gerekir.” “Aptal dediğin aptallık yapar. Fakat burası elindeki cesetten kurtulmak isteyen, yürek yemiş biri için gayet akıllıca bir yer de olabilir. Kolaylıkla gözden kaybolabilecekleri bir sürü yol var,” dedi Moss. “Şu anda hiç yardımın dokunmuyor.” “Diyeceğim o ki, patron, bence bunu yapanı hafife almamalıyız. Yoksa yabana atmamalıyız mı demeliyim? Erika gözlerini devirdi. “Hadi, birer sandviç alıp karakola dönelim.”
ÜÇ
Erika ve Moss, Lewisham Row Polis Karakolu’na vardığında akşamüstüydü ve ikisi de dinmek bilmeyen yağmurdan sırılsıklam olmuştu. Erika Londra’nın güneyine ilk atandığında karakolun çevresinde yeni yeni başlayan inşaatlar neredeyse bitmişti ve sekiz katlı polis karakolu şimdilerde yüksek katlı lüks apartman bloklarının yanında cüce gibi kalmıştı.
Çavuş Woolf köhne resepsiyon alanındaki danışma masasının arkasında oturuyordu. Uçuk mavi gözleri, özenle ütülenmiş beyaz gömleğinin ön tarafına dökülen kat kat bir gerdanı ve bembeyaz bir suratı olan iri bir adamdı. Zayıf, at suratlı bir kız danışma masasının önünde dikiliyordu. Sıska kalçasına tombul bir erkek bebek oturtmuştu. Bebeğin elinde koca bir paket dolusu şekerleme vardı ve annesinin Woolf’la konuşmasını izlerken ağzına attığı bonbonları kayıtsızca çiğniyordu.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Korku - Gerilim Polisiye Roman (Yabancı)
- Kitap AdıSoğuk Kan
- Sayfa Sayısı376
- YazarRobert Bryndza
- ISBN9786257973779
- Boyutlar, Kapak13*19,5, Karton Kapak
- YayıneviYabancı Yayınevi / 2021
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Limit Yok ~ Alan Glynn
Limit Yok
Alan Glynn
“Hızlı, zeki ve dehşet verici…” DAILY MAIL Yazamamaktan muzdarip New Yorklu bir yazar… Dahası yakın zamanda kız arkadaşı tarafından da terk edilmiş… Kendi çaresizliğinde debelenirken...
- Martin Eden ~ Jack London
Martin Eden
Jack London
Jack London, Martin Eden’da yarı-otobiyografik bir roman kurgular ve yazar olabilmek için hayatını ortaya koyan ve başına gelen tüm trajedilere rağmen bu yoldan asla...
- İyi Hırsızlar ~ Katherine Rundell
İyi Hırsızlar
Katherine Rundell
Kâşif ’in Costa Ödüllü yazarından “Ama zaten çalınmış bir şeyi geri alacağız. İyi hırsızlarız biz!” “Gerekli hırsızlar,” dedi Vita. Vita Marlowe’u gemiyle İngiltere’den New...