Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Seyrüsefer
Seyrüsefer

Seyrüsefer

Salim Fikret Kırgi

“…Kendime döndüğümde farkına vardım ki anlaşılmadığımı zannederken asıl anlamayan benmişim. Anlamanın getirisi sessizliktir. Eğer diyecek bu kadar sözüm varsa, gidecek yolum da var. Söylenmesi…

“…Kendime döndüğümde farkına vardım ki anlaşılmadığımı zannederken asıl anlamayan benmişim. Anlamanın getirisi sessizliktir. Eğer diyecek bu kadar sözüm varsa, gidecek yolum da var. Söylenmesi gerekenleri söylemek, anıları uğurlamak ve ilerlemek istiyorum.”

Salim Fikret Kırgi’nin romanı tuhaf gibi görünen karşılaşmaların, hatta başlı başına tuhaf olan her şeyin aslında sıradan şeyler olabileceğini, insanların durumları nasıl da kendilerine göre şekillendirebildiklerini göstererek başlıyor. Bir şehirlerarası vapur yolculuğunda iki yabancı karşılaşıyor; hikâyesini yazması için birini arayan medyum ve anlatacak hikâye arayan yazar… Sonra iş, bir medyumun kişisel tarihinin anlatılmasına kalıyor ve yazılmasına! Rüyalarda görülüp malum olanlar, yıldızların tayin ettiği kader çizgileri…

Seyrüsefer, kapısı görünenin ardındaki öte âlemlere de açılan, içeri gireni kolay kolay bırakmayan bir ilk roman…

PUS

Sade kahvesinden bir yudum daha aldıktan sonra, fincanı dikkatle tabağına geri koydu. Yaklaşık on dakikadır, önündeki bilgisayarda açık duran dosyaya bakarak ellerini ovuşturuyor, kahveden biraz içiyor, ardından ellerini ovuşturmaya devam ediyordu. Bir çeşit ilahi kıvılcımdı beklediği; doğru an geldiğinde sanki görünmez kilitler şangır şungur açılacak, zincirinden boşanırcasına yazmaya başlayacaktı. Belli belirsiz ileri geri sallanışı esnasında aklında aynı soru dolanıyordu: “Nereden başlamalı?” Masanın başına otururken heyecanlıydı. Okunmamış sayfalarda unutulmaya yüz tutmuş, kendi uydurduğu hayal kahramanlarından biri değildi bu seferki; ömründe ilk defa, bir başkasının hikâyesini anlatmaya niyetlenmişti. Fikir ziyadesiyle çekiciydi: Gerçek bir insanın geçmiş maceralarından, hakkında bildikleri ona anlatılanlarla sınırlı olan bir yabancının hayatından fragmanlar sunmak…

Peki nasıl olacak? Söz, müzik, düzenleme onun, üstelik kendi çalıp kendi söyleyecek; enstrümanının sesi gür olmalıydı, orası kesin. Ancak, ne yaparsa yapsın, eserin duygusu kaçınılmaz şekilde başkasınındı. İşinin hakkını verebilmek adına, rolüne hazırlanan aktör misali, başkasının hissiyatına bürünmeliydi yazar da. Gerçek yaşam öyküsü denilen neydi ki? Sahtesinden farkı ne? Hakikate bağlı kalmak için istediği kadar kendini paralasın, yazıya geçirildikten sonra geçmişte yaşananlar kurgunun alacakaranlığında gitgide silinip belirsizleşecekti. O tanıklık etmese de bir zamanlar var olan, duyumsanan, yaşanan –ve yaşayanlar– proje sona erdiğinde harflere, sözcüklere, bölümlere dönüşümlerini tamamlamış olacaklardı. Geçmişin kurtuluşu olmadığını birinci elden biliyordu.

Geçen akşam izlediği programa konuk olarak bağlanan akademisyen ne güzel özetlemişti: “Tarih, asla ve kat’a geçmişten ibaret değildir; geçmiş ancak tarih atölyesinin malzemelerinden bir tanesidir.” Yaşandığı an bitmiş olur her şey. Görsel, işitsel, yazınsal hiçbir kayıt canlandıramaz yitip gideni. Ancak onu dondurur, biçim verir, artık kendi olmamakla lanetlenmiş yeni bir hale sokar. En hüzünlüsü de yazı, sayılı sayfaya kodlanmış binlerce küçük sembol; mana yüklemek, yapısını sökmek, bağlama oturtmak isteyenler uğraşıp dursun! Bütün günü beraber geçiren üç kişiye, ertesi gün ayrı ayrı neler yaşadıklarını soran kişinin elinde kaç “gerçek” hikâye olur? Ya bir hafta sonra tekrar sorsa, bir ay sonra, bir de on yıl sonra… Peki, olaylı bir ayrılığın, biten bir yoldaşlığın, dağılan bir yuvanın ardından kaç “yaşanmış” hikâye çıkar? Gerçeğin ipi çoktan çekilmiş. Şişman kedi geldi yine. O gün de rutinini bozmamış, bütün gün döne döne uyumuştu.

Ev arkadaşı masasının başına yazmaya otursun yeter ki, miskin şey birdenbire sevgiye aç, oyuncu bir pisicik olduğunu hatırlar, koca gövdesiyle sırnaşır, değdiği yerlere beyaz tüy topakları bırakarak sürünür, sarılır. İstediği ilgiye kavuşunca birkaç diş ısırır, sonra kaçıp gider. Canı isterse geri gelir, çenesini adamın koluna yaslayıp yalandan uyur. Senelerdir aynı numaraları çekse de pamuk torbasında mizanseni tekrar canlandırmaktan ötürü en ufak bir bıkkınlık emaresi yok. İşine odaklanmalıydı. Anlatının tonuna, ritmine karar vermeliydi. Hepsinden önce; yazmaya başlamalıydı! Hikâyesini anlatmaya niyetlendiği kişiyi ne kadar tanıyordu? Daha doğrusu, tanıyor muydu? Önünde sayfalar dolusu karman çorman notlar, aklında aylar öncesinden esrarengiz bir buluşmanın silik anısı vardı sadece. Üstelik, hatırladığını varsaydığı ayrıntıların çoğunu kendi hafızasını manipüle ederek yeniden yarattığından emindi.

Bir mahzuru olur muydu? Bakır kızılı saçlı kadının ince, kırılgan sesini hatırlamaya, nahif tavırlarını, bir an huzur verip hemen ertesi iç ürperten, bulutlu bakışlarını havsalasında tekrar canlandırmaya çalıştı. Bir armağan verirken bile sanki iyilik istiyor gibiydi. Ne kadar dokunaklı! İnce belli çay bardağını nazikçe tutan solgun, beyaz parmaklar, kederli fakat ne istediğini bilen düşünceli sima geldi gözünün önüne. “Ne biçim bir tesadüftü!” diye geçirdi aklından. Yazgı, rastlantı, kısmet… nasıl uyarsa, adı ne konursa konsun; o da nihayet alacakaranlıkta kaybolmaya mahkûm bir başka karşılaşmaydı.

İMGELER

Aylar önceydi, hatta yıl dönmüştü üzerinden. “Yazın son günleriydi; haylaz yunuslar eşliğinde mavi sonsuzluğa ilerleyen vapur, usulca gövdesine vuran köpüklü dalgalarla bir inip, bir kalkıyordu…” diye anmak daha hoş olsa da aslında yaz teknik olarak çoktan bitmişti. Kabullenmek istemeyen bünyeler için palto giymek zorunda olmadığın sürece yaz devam eder ya, öyle bir yaz sonuydu. O gün Kabataş’tan vapura binerken, başına böyle bir olay geleceği aklından bile geçmezdi. Elindeki koca bavulu gemiye bindirmeye çalışırken zorlandığını fark ettiği hanımefendiye yardım etmişti sadece. Bavulunu güvenli bir boşluğa zor bela sığdırana kadar, defalarca teşekkür etti kadın. Yazıya dökülmemiş şehirlerarası vapur kuralları uyarınca, taşınması zor bagaj iskelenin ön tarafına bırakılır, inerken de beş-on dakika erken çıkılıp, vapur yanaşana kadar başında beklenir, trafik yaratmadan en hızlı şekilde iskeleye taşınırdı. Seyir esnasındaki sallantılarda düşmemesi ve geçişi engellememesi için de ağır yüklerin uygun biçimde yerleştirilmeleri önemliydi. Yaz kış fark etmez, her daim dışarıda otururdu adam. Fakat, ertesi gün üşütüp boğazı ağrıdığında vicdanını temize çıkarmak istercesine, serin havalarda önce alt kattaki insan kalabalığına tahammül edemeyeceğini tasdik etme ihtiyacı hissederdi.

O sebeple, içeride oturamayacağını bilmesine rağmen göstermelik son bir şans vermek adına, kapalı bölmeye geçti. Fikrini değiştirebilecek yerin ille de yolcu salonunun en ferah veya açık manzaralı koltuğu olması gerekmese de seçenekler sahiden oturulabilir gibi değildi. Yanlarına sığışmak zorunda olunan çocuklu aileler, uzun yol muhabbeti arayan emekliler ve daha çok çocuklu aileler… Bir yanda yolculuk boyunca havalandırmanın yetersizliğinden şikâyet etmeye yeminli, diğer yanda kapı açık unutulup salonunun sıcaklığı otuz dereceden aşağı inerse kavga çıkarmaya meyilli insan kümeleri. Gereksiz iddiasında tekrar ve tekrar haklı çıkmanın yarattığı zayıf coşku içerisinde üst kattaki açık oturma alanı istikametine yöneldi. Tam o esnada, kapıya yakın bir pencere kenarında oturan kadın çarptı gözüne. O da dışarıdaki deniz manzarasını izlemekteyken, kendisine bakıldığını hissetmiş gibi kafasını çevirdi birden.

Göz göze geldiklerinde, kadın beklenmedik derecede belirgin bir tebessümle selam verdi. Adam ufak bir kafa hareketiyle karşılık verip hızla serin bölüme geçmeye yeltenecekken, eliyle karşısındaki koltuğu işaret etti kadın: “Buyurun, burası boş!” Otursa mıydı acaba? “Yok, sağ olun. İçerisi sıcak biraz.” Dar merdivenden üst kata çıkarken, neden yabancılarla konuşmaktan bu kadar rahatsız olduğunu düşündü. Gerçi tanıdıklarla iletişim kurmayı da sevmezdi. Halihazırda sıkıntılı biriydi, o dönemse resmen hafakanlar basmıştı. İşler yolunda değildi, projeler gerçekleşmiyordu; bunalımlı günler kapıda mı, yoksa çoktan içeride mi, söylemek zordu.

 

 

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Yazarın Diğer Kitapları

Men-e-men Birazoku

Aynı Kategoriden

  1. Karanlık Oda ~ Hakan BıçakcıKaranlık Oda

    Karanlık Oda

    Hakan Bıçakcı

    Geceleri uykumda kendimi mi dişliyordum yani? Böyle bir hastalık var mı? Uyurgezerliğin bir türü mü bu? Yamyamlığın bir türü mü ya da? Yoksa ben...

  2. Meraklı Adamın On Günü ~ Mehmet EroğluMeraklı Adamın On Günü

    Meraklı Adamın On Günü

    Mehmet Eroğlu

    Korona günlerinde, maske karaborsaya düşmüş ve halk korkuyla eve kapanmışken, Yansın Bu Dünya mahlaslı TikTok fenomeni genç bir kadın gizemli bir şekilde ortadan kaybolur....

  3. Porselen Bir Mevzu ~ Gökçe BilginPorselen Bir Mevzu

    Porselen Bir Mevzu

    Gökçe Bilgin

    “Biz kendimize bu çırpınma anlarında rastladık. Biz kendimize başkalarına sahiciliğimizi ispat etmeye çalışırken alıştık. Biz kendimizi başkalarına göstermeye çalışırken kendimize inanmayı öğrendik. Biz görüntülerle...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur