Klasik dünya edebiyatına Fransızca iki roman başyapıtı (“Kırmızı ve Siyah”, 1830 ve “Parma Manastırı”, 1839) armağan eden Stendhal’in İtalyan özgürlükçü Metilde Viscontini Dembowski’ye beslediği karşılıksız aşkın ürünü bir eser “Aşka Dair”. Belki de “Aşk”ın psikolojik ve sosyolojik tahlillerinin düşünce tarihindeki en saf anlatısı.
Stendhal’in meşhur “kristalleşme” kavramını içeren “Aşka Dair”, dönemin romantik ruhunu fazlasıyla aşarak, 19. yüzyıl Avrupa toplumunda aşk olgusu ile kadının toplumsal konumunu ve farklı coğrafyalardaki değişimini kendine özgü üslubuyla kaleme alıyor.
ÖNSÖZ
Bu eser başarıya ulaşamadı; anlaşılmaz bulundu, sebepsiz yere değildir mutlaka. Sırf bundan dolayı, bu yeni baskıda, her şeyden evvel, düşüncelerini alabildiğine açık şekilde ifade etmeye çabaladı yazar. Bu düşüncelere nasıl ulaştığını aktardı, bir önsöz ekledi; hepsi de apaçık olmak uğruna. Fakat bütün çabasına, gösterdiği özene rağmen, Corinne okumaktan doyasıya keyif almış yüz okurdan ancak dördü, bir ihtimal, bu kitabı anlayacaktır.
Aşktan dem vuruyor olsa da, bu küçük kitap, bir roman değil, eğlenceli bir roman hiç değil. Fransa’da oldukça nadir görülen bir çılgınlık halinin bilimsel, katı bir tasvirinden ibaret. Ahlaki geleneklere bağlılıktan ziyade gülünç düşme korkusuyla, gün geçtikçe gücüne güç katan görgü kuralları, kitaba ismini verirken ödünç aldığım sözcüğü, ağza alınmaz, neredeyse ahlaksız bir kisveye bürüdü. Her şeye rağmen bu sözcüğü kullanmaktan geri duramazdım ve üslubumun bilimsel ciddiyetinin beni bu yöndeki suçlamalardan bir nebze olsun koruyacağına inanıyorum.
Hem, sıra kendilerine geldiğinde, sırf beni bu suçlamalara maruz kalma zevkinden mahrum bırakmamak adına ellerinden geleni yapacak bir iki papa elçisi tanıyorum. Sıra onlara gelene kadar, anlatacaklarımın doğruluğundan şüphe edecek olanlardan, kim olurlarla olsunlar, eğer lütfederlerse, beni kale almamalarını rica edebilir miyim?
Benimsediğim üslup nedeniyle egoistlikle suçlanacak olmam mümkündür. Lakin hiç okumadık mı bir seyyahın kaleminden şöyle satırlar: “Güney Amerika’ya gitmek için New York’tan gemiye bindim. Santa-Fé-de-Bogota’ya kadar yola devam ettim. Tatarcıklar ve sivrisinekler yolculuğum boyunca beni rahatsız etmekten vazgeçmediler ve üçüncü günün sonunda sağ gözümü açamıyordum.”
Kendinden bahsetmeyi bu kadar seviyor olmasından ötürü kimseler suçlayamaz bir seyyahı; kendi gözleriyle gördüklerini kaleme almasının hem en cazip hem de en münasip yolu bu olduğundan, onca ben kullanmasını herkes mazur görür.
“Madam Gheradi ile birlikte Hallein tuz madenlerine gittiğimde…”, “Prenses Crescenzi bana Roma’da şöyle söyledi…”, “günün birinde Berlin’de yakışıklı yüzbaşı L…’yi gördüm…” Böyle cümleler dökülmüşse bu kitabın yazarının kaleminden, insan yüreğinin bilinmeyen topraklarına yaptığı yolculuğu mümkün olabildiğince açık anlatabilmek istediğindendir. Bütün bu ufak tefek rastlantılar Almanya’da ve İtalya’da ömrünün on beş yılını geçirmiş olan yazarın başına gerçekten geldi. Fakat hislerine kulak vermekten ziyade merakının peşinden gittiğinden, en vasat macerayı yaşamaktan bile mahrum kaldı; burada anlatılmaya değer en ufak bir hissiyata bile sahip olamadı. Aksine inanacak kadar gururlu olduğu sanılıyorsa eğer, çok daha kuvvetli bir gururun, hayat boyu biriktirdiği anıları yayımlayanların aksine, yüreğinin öyküsünü kitaplaştırıp beş franka satışa sunmasına izin vermediğini söylemesine müsaade edin.
Gördüklerini, gördüğü anın hemen ertesinde kaleme almış olan yazar 1822’de, İtalya ve Almanya’ya yaptığı yolculuğunun kanıtlarını gözden geçirirken, aşk denen bu ruh hastalığının bütün evrelerine dair yer verdiği ayrıntılı tasvirlere, bütün bu karaladıklarına, bir on dördüncü yüzyıl âlimi, yeni keşfettiği bir Lactanius ya da Quintus Curtius yazmasına nasıl bir kör saygıyla yaklaşıyorsa tıpkı öyle yaklaştı. Ne zaman anlaşılmaz satırlara denk gelecek olsa, ki bunu sıkça tecrübe ettiğini itiraf etmek gerekir, kabahatin o zamanki değil, şimdiki kendisinde olduğuna inanmayı tercih etti. Fakat her şeye rağmen, artık kendisine bile anlaşılmaz gelen bazı bölümlere kelimesine dokunmadan yayımlatacak kadar saygı duyduğunu belirtmek gerekir. Halkın gözüne girmeye çalışan birisinin bunu yapması, aklını yitirdiğinin işaretidir, fakat bu kitabın yazarı, uzun yolculuklarının ardından Paris’e döndüğünde, gördüğü manzara karşısında gazetelere kul köle olacak kadar alçalmadıkça en ufak bir başarı kazanmanın bile mümkün olamayacağını anladı. İnsan, birilerine kul köle olacak kadar alçalacaksa bu tavizi, bari başbakanı için saklamalıdır. Hal böyleyken, başarı kazanması gibi bir ihtimal söz konusu dahi olamayacağından yazar yalnızca canının istediğini yaptı, düşüncelerini çarpıtmadan, aklına geldikleri haliyle döktü satırlarına. Böyle yaparken, bir zamanların Yunan düşünürlerinin pratik bilgeliklerine bir kez daha hayran kaldı.
İtalyan toplumuna kabul edilmesi yıllarını aldı. Belki de bu topraklara ayak basmış son seyyah ben olacağım. Carbonari’lerin gelişinden ve Avusturyalıların istilasından sonra, bir zamanlar çılgın bir neşenin hüküm sürdüğü bu ülkenin salonlarında bir daha hiçbir yabancı, asla hoş karşılanmayacak. Bu insanların anıtlarına, sokaklarına, kentlerinin meydanlarına dileyen herkes ayak basabilecek ama onlardan biri asla olamayacak; yabancı, daima korkutacak bu insanları, bir casus olduğundan şüphe edecekler; Antrodoco muharebesiyle alay edeceğinden ya da bu ülkede sırf sekiz on bakanın, prensin birkaç gözde adamının elinden başlarını kurtarabilmek adına ne rezilliklere boyun eğen insanlar olduğuna güleceğinden endişe ederek yaşayacaklar. Bu insanları yürekten sevdim ve gerçeği görebildim. Bazen, bütün bir yıl tek kelime Fransızca konuşmadığım oldu; Carbonari belası olmasa, Fransa’ya asla dönmezdim. Yüreklerin saflığına her şeyden fazla değer veriyorum.
Açık olmaya, anlaşılır olmaya ne kadar çabalarsam çabalayayım, mucizeler yaratacak güce sahip değilim; ne sağırların duymasını ne de körlerin görmesini sağlayacak gücüm var. Servetlerine geçen yıl yüz bin frank daha katmış, başka türden zevklerin peşinde olan zenginler, bu kitabın kapağını açtıkları gibi, bir an evvel kapatsalar iyi olur, bilhassa da bir bankacı, bir imalatçı ya da saygıdeğer bir sanayici, sözün kısası, pozitif düşüncelere boğulmuş bir insan iseler. Servetlerini piyangodan ya da borsadan kazanmış insanlar içinse biraz daha anlaşılır olması mümkündür bu kitabın. Bir servete bu şekilde sahip olanlar, bütün gününü saatlerce düş kurarak geçirmekten, bir Prud’hon tablosundan, bir Mozart parçasından ya da bilhassa, aklınızdan bir an olsun çıkaramadığınız bir kadının fırlatmış olduğu cazibeli bir bakıştan keyif almanın ne demek olduğunu, ufak da olsa, bir ihtimal anlayabilirler. Her hafta sonu iki bin işçisine ödeme yapan insanlar, vakitlerini böyle şeylerle harcamazlar; akılları, faydalı olan, pozitif olan şeyler için çalışır daima. Bahsettiğim düş kuran adamdan ise, olur da vakit ayırabilirlerse, nefret edebilirler ancak; gülüp eğlendikleri hikâyelerine malzeme olacak olan adamdır o. Sanayici milyoner, bir düşünceye bin frank dolu bir torbadan daha fazla değer veren bu adama bir türlü akıl sır erdiremez.
Sanayicinin yüz bin frankını kazandığı yılı çağdaş Yunanca öğrenmekle geçirip bununla övünen, bir yandan da Arapça öğrenmek arzusuyla yanıp tutuşan o pek çalışkan genç adamı da ayrı tutmuyorum. Kibirden başka herhangi bir farazi nedenden ötürü bir kere bile mutsuz olmamış, içindekileri ortaya dökmekten, bilhassa salonlarda, başkalarının önünde yüzü kızaran insanlardan bu kitabın kapağını açmamalarını rica ediyorum.
Aynı salonlarda, bir an olsun vazgeçmedikleri yapmacık halleriyle ilgiyi üzerlerine çekmeye çabalayan kadınları kızdıracağımdan en ufak bir kuşkum yok. Bazılarına öyle savunmasız, öyle şaşkın anlarında denk geldim ki daha demin hissettikleri bir duygunun gerçek mi yoksa sahte mi olduğunu kendileri bile bilemiyorlardı. Resmedilmiş gerçek duyguları nasıl olur da yargılayabilir böyleleri? Kara listelerindeki yerini alması uzun sürmedi bu kitabın; yazarının adınıysa ağızlarına almaktan bile kaçındılar.
Gençken bazı düşünceler geçerken insanın aklından, bir anda yüzü kızarıverir; ruhunu sevgi sardığından saçma sapan işlere kalkışır, sonra da pişman olur ama oradakilerin önünde rezil olduğu için değil, o salondaki tek bir insanın gözünden düştüğü için kederlenir; yirmi altısında, başka birini seven bir kadına sırılsıklam âşık olur ya da hatta (nadir rastlanan bu duruma ilk baskıda olduğu gibi yine anlaşılmazlığa düşeceğimi bildiğim halde, bir cesaret, yer veriyorum) sevdiğini zannettiği kadının bulunduğu salona girdiği o anda, kendisi hakkında ne düşündüğünü gözlerinden okumak için çırpınır durur, kendi aşkını ilan edecek bir bakışı nasıl atacağını ise bir türlü bilemez: İşte okurlarımda aradığım hatıralar bunlar. Pozitif düşünceleriyle meşgul olan birçoklarına anlaşılmaz gelen nadir, harikulade duyguların tasviri. Gözlerine daha açık görünebilmek adına daha ne yapabilirdim? Belki de elli kuruşluk bir zam ya da Kolombiya gümrüğünde bir tarife değişikliği.
Bu kitap, ardı ardına sıralanıp aşk tutkusunu oluşturan binbir çeşit duyguyu mantığın, matematiğin yolundan giderek olabildiğince yalın bir şekilde izah etmeye çalışıyor.
Koca bir karatahtaya tebeşirle çizilmiş karmakarışık bir geometrik şekil hayal edin: İşte bu! Bu geometrik şekli izah etmeye çalışacağım ama bunu yapabilmem için bir şey muhakkak şart; şekil, karatahtada çizilmiş duruyor olmalı. Onu kendim çizemem. Aşka dair roman olmayan bir kitap yazmayı bu kadar zor kılan da bu imkânsızlıktır. Okurun bu duygunun felsefi tahlilini ilgiyle takip edebilmesi için akıldan fazlasına ihtiyacı vardır: Aşkı görmüş olması gerekir. Peki insan bir tutkuyu nerede, nasıl görebilir?
İşte bu karanlığa bir ışık yakmayı asla başaramayacağım. Aşk çoğu belli belirsiz nebulalardan, milyarlarca küçük yıldızın bir araya gelmesiyle oluşmuş Samanyolu denen o uçsuz bucaksız ışıltı yığınına benzer. Kitapların sayfaları ardı ardına sıralanıp bu tutkuyu meydana getiren esrarengiz dört yüz beş yüz küçük duyguyla doludur; lakin en kabalarına rastlarsınız kitaplarda, öyle ki gerçek olanları göremez, sahtelerini gerçek sanır bu kitaplar. Bu kitapların en iyileri, mesela Nouvelle Héloïse, Madam Cottin’in romanları, Matmazel Lespinasse’ın mektupları ya da Manon Lescaut, Fransa’da, aşk denen çiçeğin oldum olası gülünç düşmekten korktuğu ve ulusal tutkuların, kibrin yüzünden daha boy atamadan solup en görkemli haline kavuşacak kadar asla serpilemediği topraklarda yazılmışlardır.
Romanlardan ne öğrenebilirsiniz aşka dair? Şöhretinden sual olunmaz yüzlercesinde resmedilmiştir aşk dedikleri, fakat biri bile hissetmemişken resmettiğini zannettiği şeyi, nasıl izah etmesini beklersiniz onlardan bu çılgınlığı?
Bir akis misali tekrar edeyim: “Bu çılgınlığı!” Gözü yeni açılmış bahtsız kadınlar, daha birkaç yıl önce aklınızı başınızdan alan, başkasına anlatmaya dahi cesaret edemediğiniz ama neredeyse şerefinize mal olacak olanları bir kez daha yaşamak ister miydiniz? Bu kitabı yeniden sizler için yazdım ve daha anlaşılır olmasına çabaladım. Okuduktan sonra bir daha sakın bahsetmeyin ondan, limon ağacından kitaplığınızda en arkadaki kitaplarından da arkasına fırlatın; yerinizde olsam bazı sayfalarını hiç açmazdım bile.
Yalnızca bir bakışın bile bütün bir haftayı mutluluğa doyurmaya yettiği bu çılgın duygulara oldum olası yabancı oldukları için, kendilerini filozof zanneden kusurlu varlıklar da bu kitabın bazı sayfalarını açmadan bırakacaklar. Yalnız onlar da değil; ömürlerinin son demlerini yaşayan bazıları yaşlandıkça, bir zamanlar bir kadına kur yapabilecek kadar alçalabilmiş, reddedilmenin utancını göze alabilmiş kadar baştan çıkmış olduklarını unutabilmek için kibirlerinden medet umacaklardır, bu kitaptan onlar da nefret edecekler. Fakat kendilerince sebeplerden ötürü –ama her biri öfkeden kudurmuş halde– bu eseri mahkûm eden onlarca aklı başında insan arasında düştükleri gülünç duruma gülmeden geçemediğim bazıları vardır ki, onlar da bir yandan böyle gönül mevzularına düşecek kadar zayıf olmadıklarını iddia edip bir yandan da söz konusu olan bu zayıflıkların ayrıntılı bir izahından ibaret olan bu felsefi eserin doğruluğunu a priori yargılayabilecek kadar tecrübeli ve bilgili oldukları her hallerinden anlaşılan, kibirleri bile ikiyüzlü olan insanlardır.
Romantizmin izi bile kalmamış, bu ukalalar dünyasının bir parçası olmaktan müthiş bir keyif alan bu son derece ağırbaşlı insanlar, aşk adı verilen ruh hastalığının farklı evrelerini soğukkanlılıkla kaleme almış olan yazarın bu felsefi eserinden ziyade, tutku damlaları serpilmiş bir romanı çok daha iyi anlayacaklardır. Bir roman onlara belki hitap edebilir fakat felsefi bir eser söz konusu olduğunda, müzede resimlerin altında yazılanları yanındakilere okutan körlerden farkı kalmaz bu ukalaların ama gelin görün ki yazara şöyle söylemekten de geri kalmazlar: “Eserinizin fazlasıyla anlaşılmaz olduğunu itiraf etmeniz gerekir beyefendi.” Peki ya bu insanlar iddia ettikleri kadar ileri görüşlü, saygın, akıllı insanlar iseler? Öyle olsa, şüphesiz bu zavallı yazar daha nazikçe hırpalanırdı. İlk baskının ardından yazarın başına gelenler bunun ispatıdır. Kibirlerinden deliye dönmüş bu aklı başında insanlar tarafından kitabın birçok nüshası ateşe verildi. Hakaretlerinden bahsetmeyeceğim, o müthiş öfkelerine layık olmayanlarından bile; bu kitabın yazarı aşağılık adamın tekiymiş, ahlaksızmış, yaranmaya çalışmış insanlara, tehlikeli bir adammış ve dahası. Monarşinin kasıp kavurduğu ülkelerde, bu sıfatların her biri, ahlaka dair söyleyecek sözü olan ve kitabını o günün Madam Dubarry’sine adamayı aklının ucundan bile geçirmeyen bir yazarın alabileceği mükâfatların en büyüğüdür. Edebiyat bir moda olmaktan çıksa ve yalnızca kim için yazılıyorsa onun ilgisini çekse, ne güzel olurdu! Cid zamanında, Corneille, Marquis de Danjeau’nun gözünde “safın tekiydi”. Bugünlerde herkes Lamartine okumak için yaratılmış olduğunu zannediyor; yayıncı için ne mutlu; büyük şair için ne keder. Deha, muhatap bile olmaması gerekenlerle uğraşmak zorunda artık.
Bir Danıştay üyesi ya da bir pamuklu kumaş üreticisi ya da gözü açık bir bankacı binbir zahmetle, sıkı çalışarak, kendisine fayda ve itibar sağlayarak geçirdiği ömrünün asıl mükâfatını sevgi dolu hislerle değil, milyon franklarla alır. Yavaş yavaş taşa döner bu beyefendilerin yürekleri; müspet ve faydalı olmayanları görmez olur gözleri ve ruhları, boş zamana her şeyden çok ihtiyaç duyan ve insanı her türlü mantıklı, tutarlı girişimden alıkoyan bütün duygulara kapılarını sonuna kadar kapatır.
Bu önsözün yegâne amacı, bu kitabın, yalnızca, çılgınlıklara kapılabilecek kadar kendilerine vakit ayırabilen insanlar tarafından anlaşılabilecek olduğunu haykırmaktır. Birçoklarıysa hakarete uğramış sayacaktır kendilerini; umarım bu satırdan sonrasını okumazlar.
Mayıs 1826
İKİNCİ ÖNSÖZ
Ne yazıyorsam belki yüz okur için yazıyorum ancak; bahtsız, sevgi dolu, çekici, ikiyüzlülükten de, ahlak bekçiliğinden de uzak olanların takdirini kazanmak istiyorum; tanıdıklarımın sayısıysa ikiyi bile geçmiyor. Bir yazar olarak itibar kazanmak için yalan söyleyenler umurumda bile değiller. Değerli hanımefendiler, aşçılarının, mesela Massillon’un defterlerini ya da moda kılavuzlarının, mesela Madam Necker’in yazdıklarını okusunlar ki, itibar dağıtan pek saygıdeğer kadınlarla sohbet ederlerken bu mevzulardan eksik kalmasınlar. Ve hatırlatmak isterim, Fransa’da bu mertebeye yükselmenin yegâne yolu saçma sapan bir öğretinin alemdarı olmaktan geçer.
Bu kitabı okumak isteyenlere soracağım şudur: Aşk derdine kapılıp ömrünüzün altı ayını acılar içinde geçirdiniz mi hiç?
Eğer hayatınız boyunca, bir davayı kaybetmekten, son seçimlerde mecliste yer bulamamaktan ya da geçen mevsim Aix kaplıcalarında akıllıca davranamamış olmaktan öteye geçen bir mutsuzluğu yaşamadıysa ruhunuz, yersiz sorularıma bir yenisini daha ekleyeceğim ve okurunu düşünmeye zorlayan şu küstah kitaplardan birini okuyup okumadığınızı soracağım: J.-J. Rousseau’nun Émilie’sini mesela ya da Montaigne’in altı ciltlik denemelerini. Çünkü güçlü ruhların âcizliğinin kederini tatmadıysanız, tabiata aykırı da olsa okurken düşünmeyi alışkanlık haline getirmediyseniz hiç, bu kitabın yazarından nefret edeceğinize şüphe yoktur; zira Matmazel de Lespinasse’ın yakından tanıdığı ama sizin bihaber yaşayıp gittiğiniz eşsiz bir mutluluğun var olduğunu iddia edecektir bu kitabın yazarı.
Mayıs 1834
SON ÖNSÖZ
Aşk Fizyolojisi’nin bu tuhaf sureti için okurların hoşgörüsüne sığınıyorum.
Napoléon’un düşüşünün ardından yaşanan çalkantılar beni mesleğimden alıkoyalı, bu yıl, 1842’de, yirmi sekiz yıl oluyor. Bu çalkantılardan, Rusya’dan geri çekilmenin hengâmesinden iki yıl kadar önce ise, kader beni ömrümün geri kalan günlerini topraklarında geçirmeye karar verdirecek kadar büyüleyen, güzeller güzeli bir şehre sürüklemişti. Mutlu Lombardiya’da, Milano’da, Venedik’te, her şeyden önce gelen, asıl önemli olan hayattan keyif almaktı. Bu topraklarda ne kimse komşusunun ne yaptığını umursuyor, ne de kendi başına gelenleri başkasının gözüne çarpıyordu. Olur da komşusunun varlığını fark edecek olursa insan, ondan nefret etmeye de kalkmıyordu. Fransa taşrasının köylerinden birinden, başkalarının yaptıklarını kıskanmayı, işlerine burnunu sokmayı çıkarın, ne kalır geriye? Boşluk; gaddar bir kıskançlığın imkânsızlığı, bütün taşralıları Paris’e çeken mutluluğa can vermekte en başta gelen unsurdur.
Alışılmışın dışında harikulade anlara sahne olan 1820 karnavalının maskeli balolarının ardından, Milano halkı çılgınlığın sınırlarını zorlayan beş altı hadiseye tanıklık etti. Fransızlara her halükârda inanılmaz gelecek olsa da, böyle hadiselere tanıklık etmeye aslına bakarsanız alışık olan bu toprakların insanları, bir ay boyunca, bu olup bitenler hakkında konuşup durdular. Fransa’da gülünç düşme korkusundan kimse böyle deli divane davranamaz; bunlardan bahsetmek için bile bütün cesaretimi toplamak zorunda kalışım da işte bu yüzdendir.
Bir akşamüstü, bu aşırılıkların nedenleri ve tesirlerine dair, işin tuhaf yanı böylesi çılgınlıklara ömründe bir kez olsun kalkışmamış olan muhteşem bir kadın, Madam Pietra Grau’nun evinde sohbet ediyorduk; aslına bakıldığında, belki bu sohbetin bir yıl evvelinden beri aklımı kurcalayan bu tuhaf hadiselerden ve varsaydığımız nedenlerinden geriye belli belirsiz, ufak tefek birkaç hatıra kalmış olması gerekirdi. Fakat o sırada bir konser programı geçti elime ve üzerine bir iki cümle karaladım. Firavun oynamaya karar verildi; otuz kişi, yeşil bir masanın etrafında yerlerimizi aldık ama sohbet o kadar keyifliydi ki kâğıtları dağıtmayı bile unuttuk. Gecenin sonuna doğru, İtalyan ordusunun en yakışıklı adamlarından biri Albay Scotti çıkageldi; bahsettiğimiz hadiselere benzer, anlatabileceği hikâyeleri olup olmadığını sorduk. Tesadüfen kulağına gelmiş, talihin her birine bambaşka bir kisve kazandırdığı bazı hikâyelerini bizimle paylaştı. Konser programıma uzandım, kulağıma yeni çalınan bu hikâyeleri de ekledim.
Aşkın bu kendine özgü vasıflarını, işte böyle, hikâyeleri, dinlediğim salonlarda elime ne geçirebildiysem, bir kâğıdın, bir bezin üzerine karalayarak toparlamaya çabaladım. Bir süre sonra, bu süreçlerin farklı ama belirli evrelere ayrılmasını sağlayacak bir yöntem, geçerli bir yasa olup olamayacağını hesap etmeye başladım. İki ay geçmişti ki, bir carbonaro* olmak suçundan yakalanma korkusuyla, birkaç aylığına süreceğini sanarak Paris’e dönmek zorunda kaldım ama yanılmışım, yedi yılımı geçirdiğim Milano’yu bir daha asla görmedim.
Paris’te sıkıntıdan ölmek üzereydim; korkunun beni sürgün ettiği o güzelim topraklar gözümün önünden gitmek bilmiyordu. Koca bir yığına dönmüş olan karaladıklarımı toparladım ve paketleyip bir yayıncıya götürüp bıraktım. Fakat bir sorunla karşılaştım; basımevindeki yazıcı, kalemle alınmış notlarla çalışmasının mümkün olmadığını söyledi. Müsveddelerle uğraşmayı gururuna yediremediğini fark etmek hiç de zor değildi. Notlarımı bana geri getiren yazıcının genç çırağıysa, üstüne kalan bu kepazelikten utanmış gibi görünüyordu; yazmasını biliyordu, kalemle aldığım notları ona okuyarak yazdırdım.
Mahremiyete saygılı kalmak adına bütün isimleri değiştirmek ve bilhassa bazı olayları dışarıda bırakmak zorunda kaldım. Her ne kadar Milano’da fazla kitap okunmasa da, bu kitabın yolu oralara düşecek olsa, bazı isimlerin rezillikle bir anılması işten bile değildi.
Nihayetinde talihsiz bir kitap yayımlamış oldum. O zamanlar zarif bir üslubu hor görecek kadar cüretkâr olduğumu itiraf etmeliyim. Genç çırağın, kulağa hoş gelmeyen cümle sonlarımdan, ardı ardına sıraladığım, tuhaf bir dizi oluşturan sözcüklerimden pek hazzetmediğini görebiliyordum. Her fırsatını bulduğunda, ifade edilmesi zor hadiselerin nedenlerini elinden geldiğince değiştirmeye çabaladığı da gözümden kaçmıyordu. Voltaire bile dile getirilmesi zor olandan korkar.
Bu Aşka Dair Denemeler’in bir kıymeti olacaksa, binbir çeşit duyguyu, ince çizgilerle birbirinden ayırabildiği ölçüde olacaktır ve okurdan temennim, birazına dahi sahip olacak kadar şanslı bir ömür geçirmişse eğer, kendi hatıralarından yola çıkıp bu duyguların varlığını teyit etmesidir. Ama başıma gelenler henüz son bulmamıştı; şimdi olduğum gibi o zamanlar da bu edebi mevzulardan pek anlamadığımdan, yazdıklarımı verdiğim yayıncı onları çok kötü bir kâğıda bastı ve sonuçlar gülünç olmaktan öteye geçemiyordu. Bunun üzerinden bir ay geçti, kendisine kitabın akıbetini sorduğumda, bana şöyle yanıt verdi: “Kutsal bir kitap yazmışsınız doğrusu, kimseler elini bile sürmüyor!”
Gazete köşelerinden medet ummaya, o kadar alçalmaya bir an olsun kalkışmadım. Gelin görün ki, belki de hiçbir eser bu kitap kadar okurun sabrına ve bunun için de tavsiyeye ihtiyaç duymamıştır. Daha ilk sayfasından itibaren okurun bir anlam vermekte zorluk çekeceği, söz konusu birisini sevmek olduğunda, insana her koşulda haklı ve tartışılmaz gibi görünen bu tuhaf davranışlar bütününü ifade edebilmek için kullandığım kristalleşme sözcüğünü halkın bir şekilde benimsemesini önceden sağlamak gerekirdi belki.
Hayran olduğum İtalya topraklarında gözüme çarpan en kıymetsiz hadiseyi olduğu gibi aktarmak hevesiyle yanıp tutuştuğumdan, tek bir satırından bile ödün vermemeye gayret gösterdim ve edebiyatçıların gözünde Aşka Dair Denemeler’i biraz olsun daha kolay anlaşılır kılacak her türlü üslup inceliğinden kaçındım.
Okurların gururunu okşamak gibi bir niyetim de olmadı; son başımıza gelen belalarla boğuştuğumuz ve edebiyatın yegâne gayesinin incinmiş gururumuza merhem olmaya çalışmaktan ibaret göründüğü zamanlardı; sözcükler özenle seçiliyor, kafiyelerle bezeniyordu; bir muzaffer, bir zafer; bir savaşçı, bir defne dalı ve daha niceleri. Dönemin sıkıcı edebiyatının, bahsettiği olayların gerçek sebeplerini ortaya koymaya biraz olsun gayret gösterdiği bile söylenemezdi; tek yaptığı, modanın tutsağı olmuş bu insanlara methiyeler düzmek için fırsat kollamaktı; büyük bir adam, büyük bir ulus demişti bu insanlar için; fakat ancak kendisi önderlik ettiği zaman bu namı hak ettiklerini unutmuştu.
En vasat başarı için bile nelerin gerekli olduğundan oldum olası bihaber olmamın neticesinde, 1822’den 1833’e kadar ancak on yedi okur ile buluşabildi bu kitap; yirmi yılın sonunda, Aşka Dair Denemeler’in merakını çelebildiği insanların sayısı güçbela belki yüzü bulmuştur. Aralarından belki birkaçı, bu hastalığın farklı evrelerini gözlemleyecek kadar sabır gösterebilmiştir; hastalık diyorum, çünkü son otuz yıldır rezil olma korkumuzdan, gizlemek için ne yapacağımı şaşırdığımız bu tutkuyu anlayabilmemiz için, ondan bir hastalık olarak bahsetmeye mecburuz; tedavinin ilk adımı, çoğu zaman, hastalığın adını koymaktır.
Aslına bakılırsa, devrimin hayatımıza girip yaşam geleneklerimize tesir etmesi bir yarım asrı bulmuştur; bu tesirleri ancak, devrimlerin birer birer dikkatimizi çelmesinin, hükümetlerimizin yapısında ve tavrında yaşanan beş kayda değer değişimin ardından hissedebildik. XV. Louis’nin Fransası’nda aşk, ya da bu isim altında o zamanlar neler hayat buluyorsa, var gücüyle hüküm sürüyordu; kimin albaylığa yükseleceğine karar verenler sarayın hanımefendileriydiler; herkesin düşlerini bu mevki süslüyordu. Aradan elli yıl geçti ve artık saray yok; bu hüküm süren burjuvazide, bu keyfi kaçmış aristokraside, en saygıdeğer kadın bile küçük bir kasabada bir tütün satıcısının göreceği itibarı, bugün ancak rüyasında görebilir.
Kadınların modasının geçtiğini kabul etmekten başka çaremiz yok; ışıl ışıl salonlarımızda, yirmilik genç erkeklerimiz, artık kadınlarla iki satır muhabbet etmekten bile kaçınıyor, taşralı ağızlarıyla insanların kapasitelerinden dem vuran o kaba saba laf cambazlarının etrafını sarmak için yarışıyor, laf arasında iki kelime edebilmenin yollarını arıyorlar. O eski ateşli hayatlarına kaldıkları yerden devam ettiklerini kanıtlamak uğruna uçarı görünmeye çabalayan zengin delikanlılar, atlardan konuşmayı tercih ediyor, kadınların kabul edilmediği masalarda yüksek bahisli oyunlar oynuyorlar. Geride bıraktıkları bunaltıcı evliliklerin ardından halkın arasına dönmüş yirmi beşlik kadınlar ile bu delikanlıların ilişkilerine sinmiş gibi görünen o boğucu soğukkanlılık ise, bilge ruhların yüreklerinde, belki bir ihtimal, bu kitabın satırlarında peşi sıra gelen evrelerini titizlikle resmetmeye çabaladığımız aşk denilen bu çiçeğin yeniden açmasına imkân verebilir.
Yüreklerimizi bu kasvetlere mahkûm eden, Diderot’nun sevgilisi Matmazel Voland’a yazdığı mektuplarında ya da Madam d’Epinay’nin hatıralarında okuduğumuz 1778 toplumunu anlatmaktan bizleri âciz bırakan bu dehşet verici değişim, belki başımıza gelen hükümetlerden hangisinin, hayattan keyif alma becerimizi gasp edip bizleri yeryüzünün en sıkıcı insanları haline getirdiğini merak etmemize de sebep olabilir. Parlamentolarını, partilerinin dürüstlüğünü taklit etmeyi bile beceremiyoruz – ki dişe dokunur yegâne hizmetleri budur. Ama gelin görün ki, iç karartıcı fikirlerinin uzak ara en çapsızı olan ağırbaşlılık, aramıza sızıp Fransız neşemizin yerini aldı; neyse ki Paris’in banliyölerindeki balo salonları ya da Bordeaux’nun aşağısı, Fransa’nın güney kıyıları halen birer istisna.
Hangi hükümet bizi böyle İngilizleştirecek kadar vicdansız olabildi? Montmartre’a konaklamaya gelen yabancıları kovalayan 1793’ün o gözü pek hükümetinde; birkaç yıla kalmadan kahramanlar gibi ayakta selamlayacağımız, ismimizi Avrupa’nın bütün başkentlerine duyuran Napoléon hükümetinin selefinde olabilir mi kabahat?
Carnot’nun hünerlerinin ve 1796-1797’deki ölümsüz İtalya seferinin damgasını vurduğu Direktuvar yönetiminin iyi niyetli aptallıklarını unutalım gitsin.
Barras yönetiminde sarayın baştan çıkmış hali, eski rejimi anımsatıyordu hâlâ; Madam Bonaparte’ın zarafeti, suratsızlığın ve İngiliz kasıntısının ne demek olduğunu henüz bilmediğimizin bir kanıtıydı.
Saint-Germain varoşlarının kıskançlığına rağmen, birinci konsülün yönetim biçimine hayran olmaktan kendimizi alamıyorduk ve Paris halkına ışık veren büyük adamlar, Cretet’ler, Daru’ler ve daha niceleri, on dokuzuncu yüzyılın bu ilk yarısında Fransız insanının tabiatına sirayet eden bu kayda değer değişimin ağırlığının İmparatorluk’un omuzlarına binmesine izin vermiyorlardı.
Daha öteye götürmeye lüzum yok; okur muhakemesini yapacak, kendi kararına varacaktır…
15 Mart 1842
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Anı - Anlatı
- Kitap AdıAşka Dair
- Sayfa Sayısı264
- YazarStendhal
- ISBN9789750863950
- Boyutlar, Kapak13,5 x 21 cm, Karton Kapak
- YayıneviYapı Kredi Yayınları / 2024
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Başörtüsü İçinde Aşk ~ Shelina Zahra Janmohammed
Başörtüsü İçinde Aşk
Shelina Zahra Janmohammed
Pakistan asıllı Müslüman bir kadın olan ve dünyanın en etkili 500 Müslüman’ı arasında üst sıralarda gösterilen Shelina Janmohamed’in bu kitabı dünyada yayınlandığı günden beri...
- Hayal ~ Ayşe Kulin
Hayal
Ayşe Kulin
Ayşe Kulin, Dönüş’ün ardından yeni kitabı Hayal’de 1983’ten bu yana yaşamında yer alan renkli olaylara ve ilginç anekdotlara yer veriyor. Bu kitapta yazarlık hayaliyle...
- Dudak Payım ~ Mehmet Ercan
Dudak Payım
Mehmet Ercan
Ve sonra sen çıktın karşıma. ‘Allah’ın bana ‘bak sana ne yazdım’ deme şekliydin.” “Kavuşmanın bir son, kavuşamamanın ise devamlılık anlamına geldiğini bildiğimden beri aşka...