Profesör Choi, bir yapay zekâ geliştirme kampüsünde robotlar ve hümanoidler üzerine çalışmaktadır. Oğlu Cheol’ü okula göndermek yerine evde bizzat eğitmekte, dış dünyayla iletişimine müsaade etmemektedir. Cheol, babası ve ikisi robot biri gerçek olmak üzere üç kediyle birlikte güvenli bir ortamda yaşıyorken dış dünyada yapay zekâ ve insanların çarpışmasından kaynaklanan bir kaos hâkimdir. Görevliler bir gün insan ya da hümanoid olduğuna dair herhangi bir kaydı olmayan Cheol’ü bir toplama kampına götürürler. Burada, artık kullanılmayan eski hümanoid ve robotlarla bir araya gelen Cheol, varlığına dair keşfettikleri karşısında kamptan kaçmaktan başka çaresi olmadığını anlar. Cheol ve arkadaşları bir noktada insana karşı robot denkleminde toplumca yargılanacaklardır. Peki kimdir gerçekten insan? Hayatın ötesindeki anlamın peşine düşecek olan?..
Yıllar süren bekleyişin meyvesi Veda, Kim Young-ha’nın edebi gücünün özünü koruyarak bilim kurgu ve distopyaya selam durduğu bir başyapıt.
“Veda, Kim Young-ha’nın şimdiye kadar yayımladığı en iyi romanı. Başlangıçta sert bir şekilde vuran ve sonra yavaş yavaş hafifleyen, insan olmanın doğasında var olan nitelikleri takdir etmenizi sağlayan zekice yazılmış bir roman. Hikâyenin başında yazar, insan olarak kabul ettiğimiz nitelikleri acımasızca ortadan kaldırarak büyük bir boşluk yaratıyor, ardından ‘insanlığımıza’ yavaş yavaş hayret etmemizi sağlayan ustaca bir düzenekle hepsini teker teker geri veriyor. Okur, yazarın ciddi meselelerden geçip hikâyede serbestçe akmasına izin veren ustaca tekniğini takip ederken sonunda ölümle yüz yüze geliyor. Ölüm karşısında titreyip çıplak kaldığımızda, varlığımızın kaçınılmaz özüyle sert bir şekilde yüzleştiğimizde, ancak o zaman güzelleşiriz.” – Jeong Ah-eun, The Hankyoreh
*
Gürgen ormanında uzanmış, zifirî karanlık boşluğu izliyorum. Kısa bir yaşamım, iki bedenim oldu. İkinci bedenim şu anda ölümle burun buruna. Belki bilincim de onunla birlikte yok olur. Başıma gelen her şey havai fişek patlaması gibi zihnimde canlanıyor. Bir zamanlar, hatırlamak günlük yaşantımın bir parçasıydı. Sadece saf bilinçten oluştuğum zamanlar, benimle bağlantısı olan kayıtları arardım. Ve anıları birbirine ekleyerek geçmişe geri dönerdim. Hikâye her seferinde, bülbülü ölü bulduğum o sabah, her şeyin yerinden oynadığı andan başlardı.
Bülbülü Gömdüğüm Gün
O zamanlar her sabah gözümü açtığım gibi spor ayakkabılarımı giyip koşuya çıkardım. Koşmaya başladığım andan itibaren keyfim yerine gelirdi. Vücudumun sıkılaştığını hissederdim. Fakat o sabah koşumu tamamlamış, eve dönerken kaldırımın kenarına düşmüş ölü bir kuş görmüştüm. Daha yavru, gri bir bülbüldü. Uçarken gücü tükendiği için mi düşmüştü acaba? Yoksa ani bir saldırıya uğradığı için mi? Çömelip ölü bülbülü inceledim. Tanıdığım kuşlardan biri olabilir mi? Babam balkona kuş yemi kutusu koyduktan sonra her türden kuş gelir olmuştu. Baştankara, bedeni minicik olmasına rağmen korkusuzdu. Elime yem koyduğumda sakince uçarak gelir ve yemi yerdi. Bülbül baştankaradan daha büyük ama bir o kadar korkak olduğundan elimdeki yeme göz ucuyla dahi bakmazdı. Turuncu göğüslü kızılkuyruk çalıların arasından sersemlemiş gibi uçarak yırtıcılardan kaçardı. Onlar da ara ara yem kutusundan paylarını alırlardı. Kuşların bu kadar zeki olması her seferinde beni şaşırtırdı. Nohut kadarcık beyinleriyle nasıl oluyor da bu kadar şeyin üstesinden geliyorlardı? Gözleri ve hafızaları iyi olduğundan babam ve ben elimizi aynı anda açsak bile sadece benim avcumdaki yemi yerlerdi. Babamın bir keresinde şaka olsun diye onları nasıl da korkuttuğunu unutmamışlardı anlaşılan.
O gün de Galileo ve Kant balkon penceresinin önüne oturmuş pürdikkat kuşların yemlenmesini izliyorlardı. Bazen birkaç saat boyunca izledikleri bile olurdu. Kıpırdamadan oturuyor gibi görünseler de gözbebekleri kuşların her bir hareketini takip ederdi. Gövdeleri de beraberinde titrerdi. Bir kez olsun avlanma tecrübesi yaşamamış kedilerin camın ardındaki kuşları kollaması… İçgüdü denen şey bu olsa gerek.
“Baba, bülbül ölmüş.”
Babam kahvaltı hazırlıyordu. Sabaha kadar suda beklettiği çiğ bademi mikserden geçirirken çıkan ses rahatsız ediciydi. Bu şekilde hazırladığı badem sütüne mısır gevreği karıştırıp yemeyi severdi.
“Ne dedin?”
“Ölmüş diyorum.”
“Kim?”
“Bülbül.”
Babam mutfağın penceresinden dışarı baktı.
“Şu da bülbül değil mi?”
“Evet.”
Bir bülbül daldan dala konup duruyordu.
“Sahiden biri etrafta görünmüyor.”
“Dedim ya. Ben bir duş alıp geleceğim.”
Üstümdekileri çıkarıp atarken aklım, yol kenarında kirli tüy yumağı gibi yatan küçük kuştaydı. Kıyafetlerimi alıp geri giydim.
“Hani duş alacaktın?”
“Bülbülü gömüp geleceğim. Kürek neredeydi?”
“Depoda olması lazım. Kullandıktan sonra yerine koymadan önce toprağını iyice silkele.”
Bülbül hâlâ aynı yerde duruyordu. Ölü bedenini kürekle alıp evimizin bahçesine getirdim. Açelya dikili çiçekliğin bir köşesine küçük bir çukur kazdım. Neyse ki toprak henüz donup sertleşmemişti. Bülbülü çukurun içine ittim ve üzerini yumuşak toprakla kapladım. Sonrasında küreğin sapıyla toprağa yavaşça bastırdım. İşimi bitirmeme rağmen uzun süre oradan ayrılamadan dikildim kaldım. Kalbimin derinliklerinden bir his çağlıyordu ama ne olduğunu kelimelerle ifade edemiyordum. Üzüntü müydü, yoksa ölüm korkusu mu? Duygularım bir vitrininin ardında sergileniyordu sanki. Görebiliyor, ama dokunamıyordum.
Ben küreği bahçedeki depoya koyup eve dönerken babam pencerenin önünde durmuş beni izliyordu. Spor ayakkabılarımı çıkarıp salona girdiğimde yaptığı işe ara verip ifademi inceledi.
“Gömdün mü?”
“Gördün ya.”
“Gömmek de nereden aklına esti?”
“Bilmem. Öylece bırakmamam gerektiğini hissettim. Hasta mıydı acaba? Yoksa susuzluktan mı öldü?”
Balkona daima su koyardık ama geçen hafta hava sıcaklığı sıfırın altına düşünce suluğu içeri almış, sonra tekrar çıkarmayı unutmuştum. Benim hatam olduğunu düşününce içimi endişe kaplamıştı.
“Senin hatan değil. Ölümün sayısız sebebi vardır.”
İkinci kata çıkıp duş aldım. Tüm vücudumu sıcak suyla yıkayınca moralim bir nebze olsun düzelmişti. Gömmekle iyi yaptığımı düşündüm. Gömmeseydim gün boyu huzursuz olacaktım. Temiz kıyafetler giyip mutfağa indim ve badem sütlü yulaftan yedim. Babam çoktan kahvaltısını yapmış, salondaki masada oturuyordu.
“Çabuk ye de bu tarafa gel. Derse başlamamız lazım.”
Hanja dersini kastediyordu. Babamın söylediğine göre hangul2 kullanan Korelilerle hanja kullanan Çinlilerin kitap okurken beyinlerinde farklı bölümler çalışıyormuş. Nedeni hanjada kelimeler çizimlerden meydana gelirken hangulun ünlü ve ünsüz harflerin birleşimiyle hece oluşturulan bir yazı sistemi olmasıymış. Bunun ne anlama geldiğini bilmiyordum ama babam hanja dünyasına kendini kaptırmıştı. Ders kitabımız Bin Karakter Klasiği’ydi.
“Bu basit bir hanja öğrenme kitabı değil, Antik Çin halkının dünya görüşünü barındıran beşeriyet kitabıdır.”
Babam, Bin Karakter Klasiği’nin ilk cümlesi olan Cheonji Hyeonhwang (天地玄黃)’ı örnek verdi: Gökyüzü kara, toprak sarı.
“Gökyüzü kara mı?” diye sordum. “Mavi ya işte.”
Parmağıyla pencereden dışarıyı işaret etti.
“Şu anda nasıl?”
Hava kapalı, gökyüzü gri bulutlarla kaplıydı.
“Şimdi gri. Ama bulutların ardında mavi gökyüzü var.”
“O mavi gökyüzünün ardında ne olabilir?”
Doğru ya. Mavi gökyüzünün ardında kara ve sonsuz uzay var.
“Eski Çinliler bunu nasıl bilmişler?”
“Çinliler gökyüzünün gündüz değil de geceleri aslına daha yakın olduğunu düşünmüş olmalılar. Gündüzleri gökyüzü sürekli değiştiğinden ona güvenememişler. Sabah kızıl, öğlen mavi, akşam yeniden kızıl. Kapalı günlerdeyse gri. Fakat geceleri hep kara. Ayrıca Çinliler gece yıldızlara bakarak tahminlerde bulundukları için gece göğü onlar için daha anlamlı olmalı. Şimdi düşününce ne kadar haklı olduklarını anlıyorum. Kara ve karanlık gökyüzü gerçeğe daha yakın. Gündüzleri güneş güçlü ışığıyla uzayın asıl halini gizliyor. Şimdi bile uzay gözlemi dağların derinliklerindeki gözlemevlerinde geceleri yapılıyor.”
Dersler hep bu şekilde geçiyordu. O yüzden çok yavaş ilerliyorduk. Babam bana daima insanlığın kadim bilgeliğini öğrenmem gerektiğini söylerdi.
Her ne kadar dünya çok hızlı değişse de değişmeyen şeylerin olduğuna ve teknolojinin göz kamaştırıcı bir hızla gelişmesine rağmen insanlığın gerçekleştirdiği medeniyetin özünün değişmediğine inanıyordu.
“Dur bakalım. Bugün çalışmamız gereken yer neresiydi?”
“Az önce bahsettiğimiz bülbülü diyorum.” Bin Karakter Klasiği’nin sayfalarını karıştıraduran babam kafasını kaldırdı. “Hissettiğim şeyin ne olduğunu bilmiyorum. Üzgündüm, biraz öfkeli gibi de hissediyordum, hem de korkmuştum. Duygularım bu kadar karmaşıkken sıcak suyla duş alınca anında daha iyi hissettim.”
Babam biraz düşündükten sonra kâğıda dört karakter yazdı.
宇宙洪荒.
“Bu cümleyi hatırlıyor musun?”
Elbette. Bin Karakter Klasiği’nin başlangıcı Cheonji Hyeonhwang’dan sonraki dörtleme olan Woojoo Honghwang’dı.
“‘Uzay (Woojoo) geniş ve ıssızdır.’ Fakat Bin Karakter Klasiği’ndeki uzay, bizim şu anda bahsettiğimiz uzay değil. Evin direğinden esinlenilerek oluşturulan Woo (宇) karakterinin anlamı ‘mekân’dır. Joo (宙) ise bahçede (田) baş vermiş filizlerin görüntüsünden geliyor, yani anlamı ‘zamanın değişimi’dir. Dolayısıyla bu cümleyi, zaman ve mekânın tahayyül edilemeyecek derecede büyük ve ıssız olduğu şeklinde okumalısın. Aslında bu, bizim şu anda bildiğimiz uzayın özelliğine de tekabül ediyor. Uzayın büyük kısmı boşluktan ibarettir.”
Durup dururken neden uzay muhabbeti açtığını merak etmiştim.
“Çinliler bu dünyayı büyük bir ev olarak düşünmüşler. Ancak bu evin çok büyük ve tenha olduğunu fark etmişler. Ben insan kalbinin de öyle olduğunu düşünüyorum. Yirminci yüzyılın sonlarından bu yana bilim insanları insan beynini çok yakında tamamen anlayabilecekleri konusunda kendilerine güveniyorlardı. Korku ya da mutluluk gibi belirli duyguları yöneten bölümler olduğuna ve bunları bulduklarında duyguların sırrını da çözeceklerine inanıyorlardı. Fakat öğrendikçe aydınlatabildikleri tek şey bunun düşündükleri kadar basit olmadığı gerçeği oldu. Sadece gen haritasını kavrayarak insanı anlayabileceklerine olan küstah inançları da aynı şekilde dayanağı olmayan özgüvenden başka bir şey değildi. Basit bir duyguyu bile hissederken beyin ve bedenin tüm bölümleri aynı anda çalışmak zorunda. Örneğin, karnımız acıktığında huysuzlanıyor ve sinirleniyoruz, değil mi? Sindirim sistemi ve beyin birbirine sinyal gönderdiği için böyle oluyor. İnsan beyni de uzay gibi, ne kadar öğrenirsek öğrenelim bilmediğimiz şeyler durmadan artıyor. Cheol, sen beyninin daha yeni oluşmaya başlamış bir uzay olduğunu düşünebilirsin. Anlamakta zorlanabilirsin, bu gayet doğal. Kalbini ve duygularını öğrenmeye daha yeni başladın. Bilememen normal. İleride ne kadar tecrübe edinir, hisseder ve düşünürsen o kadar derinleşeceksin. Endişelenme.”
Bu ev okulu eğitimi fena değildi. Babam iyi bir öğretmendi. Fakat ben okul denen yere gitmek istiyordum. Hem zaten “ev okulu” ifadesinin kaynağı da “okul” değil miydi? Babam bana birçok klasik roman da okutuyordu. Benim yaşımdaki bir gencin kahramanı olduğu her romanın arka planında okul vardı. Elbette bu karakterler yeri geliyor okulda zorbalığa uğruyor, dayak yiyor ya da topluluk hayatında strese maruz kalıyorlardı. Yine de orada arkadaşları vardı. Duygularını paylaşan, birbirlerine yardım eden arkadaşlar. Babam beni bazen enstitüdeki aile toplantılarına götürüyordu. Toplantılarda diğer araştırmacıların çocuklarıyla görüşebiliyordum. Utana sıkıla oturuyor, kendimizi tanıttıktan sonra pek de eğlenceli olmayan masa oyunları oynayarak büyüklerin zamanının dolmasını bekliyorduk. Büyüklerin, çocukların kolayca arkadaş olabileceklerine dair tuhaf bir inançları vardı. Ne zaman başkasının evine gitsem, Bugün arkadaşlarınla ne oynayacaksın? diye sormasına anlam vermiyordum.
“Biz arkadaş değiliz ki? Altı üstü birkaç ay önce kısa süreliğine görüşmüş, masa oyunu oynarken şimdi hatırlamadığım bir şeylerden konuşmuştuk, o kadar.”
Gerçek arkadaşın ne demek olduğunu tam olarak bilmesem de en azından böylesi bir ilişkinin arkadaşlık olmadığını iyi biliyordum.
Bir gün okula gitmek istediğimi söyledim. Bunun üzerine bana enstitüden kimsenin çocuğunun okula gitmediğini söyledi. Kulağa bahane gibi geliyordu. Okul yirminci yüzyılın ürünüydü, yirmi birinci yüzyılın başlarında işlevini kaybetmişti.
“Geçmişte okullar bir çeşit kamptı. Ailelerin işlerine gidip çalışabilmeleri için devlet, çocukları emanet alıyordu. Kanı kaynayan gençler bir araya toplanınca birçok sorun da beraberinde geliyordu.”
Bana yirminci yüzyılın başlarındaki binaların fotoğraflarını gösterdi. Okul sandığım yer fabrikaydı, fabrika olduğunu düşündüğüm yerse cezaevi. Hayal ettiğimden çok farklı görünüyordu. Anlaşılan o ki yirminci yüzyıl insanları kırmızı tuğla ve gri betondan hoşlanıyordu. Her yerde kasvetli tuğlalar ve ondan daha kasvetli betonlar vardı.
“Yine de okula gitmek istiyor musun?”
İstemediğimi söyledim. Çünkü istiyorum dersem kendi eğitim yöntemiyle gurur duyan babamın kalbini kırabilirdim.
Bizimle Geliyorsunuz
Batı penceresinden süzülen ışığın kaybolmasıyla enstitünün sakin havası da değişmeye başladı. Araştırmacılar birer ikişer bilgisayarlarını kapatıp yerlerinden kalktılar. Babam yanıma gelip okuduğum kitaba baktı.
“Oz Büyücüsü demek. Eğlenceli mi?”
“Evet. Bu üçüncü okuyuşum.”
“Düşündüm de sen kahramanın uzaklara giderek maceraya atıldığı hikâyelerden hoşlanıyorsun sanırım. Seoyugi ve Yüzüklerin Efendisi’ni de sık sık okuyorsun.”
O söyleyince fark ettim, gerçekten öyleydi.
“Oz Büyücüsü’nde en çok hangi karakteri seviyorsun?”
“Henüz bilmiyorum.”
“Ben çocukken en çok Korkak Aslan’ı severdim. Aslan ama ödleğin teki olması çok sevimli değil mi? Neyse, haydi eve gidelim. Okumaya evde devam edersin.”
Kalıp çalışmaya devam eden araştırmacılar ona bir şeyler sorup komut aldılar. Babam önemsiz sorulara bile büyük bir ciddiyetle cevap verdi.
Önceden çağırdığımız mobil kapsül enstitünün dışında bizi bekliyordu. Sürücüsüz çalışan kapsüle biner, göz açıp kapayıncaya kadar kampüsün içindeki evimize varırdık. Mesaisi erken bittiği için bahçede çalışan ve çocuklarıyla frizbi oynayan insanlar görünüyordu. Yan taraftaki eve bir süre önce Hindistan kökenli bir matematikçi taşınmıştı. Bahçeyle uğraştığı sırada bizi görünce el salladı. Kapı aralığından belli belirsiz zerdeçal kokusu geliyordu. Matematikçi üç yaşındaki kızı ve sevimli bir yavru domuzla birlikte yaşıyordu ama kızından çok domuzuyla övünürdü. Hep onun ne kadar zeki olduğundan bahsederdi.
Eve girdiğimizde bizi her zaman olduğu gibi kediler karşıladı. Kuyruklarını dikip miyavlayarak başlarını ayak bileklerime sürttüler. İsimleri Descartes, Kant ve Galileo’ydu ama özel bir nedeni yoktu bunun. Lisans eğitimini felsefe üzerine yapıp doktora unvanını “Yapay Zekânın Etik Tercihi” konusuyla alan babamın kendine has isimlendirme tercihiydi. Sürekli kıvrılarak oturması onu derin düşüncelere dalmış gibi gösterdiğinden Descartes, belli bir programa göre yiyip uyuyup çişini yaptığından Kant isimlerini almışlardı. Masanın üzerindeki eşyaları kaşla göz arasında itip düşüren kediyse yerçekimini deniyormuş gibi göründüğünden Galileo olmuştu. (Onun çıktığı kedi kulesine de Pisa Kulesi diyordu.) Benim adım Cheol’u da felsefeden4 aldığını söylemişti. Annelerini kaybetmiş ve ölmek üzere olan Kant’la Galileo’yu yürüyüş yaparken bulup getirmişti.
Kediler onun bilimsel yönünü tetikleyen varlıklardı. Bu esnek ve çevik memeliler tıpkı binlerce yıl önce olduğu gibi insanların sempatisini kazanarak hayatta kalmalarına rağmen köpek ya da atlar gibi yeterince evcilleştirilememişlerdi.
“Kediler insanların davranışlarını dikkatle gözlemleyerek ona göre davranırlar, fakat tam bir benmerkezcilerdir. Doğuştan narsistler. Sahipleri için kendilerini feda etmez ya da koşulsuz itaat etmezler.
Buna rağmen şu anda insanlar, onları hiç olmadığı kadar çok seviyorlar. Bencil insanların, her şeyden nefret ederken dünyanın kendi etraflarında döndüğünü sanan kediler karşısında el pençe divan durmalarının sebebi ne olabilir?”
Kusursuz bir robot kedi yapmak, babamın eskiden beri hayallerini süslerdi. Köpeğe benzeyen robotlar üretilmesine rağmen kedi üretilemiyordu. Özgürlüğüne düşkün, mağrur ve insanların sevebileceği bir robot yapmak mümkün olabilir miydi? İnsanlar böyle robotları satın alırlar mıydı? Oldukça uzun bir süre hobi olarak robot kedi yaptı. Çabaları sonucu Descartes doğdu. Enstitüdeki mühendisler de kedi sevdikleri için kendi vakitlerinden ayırarak projeye canıgönülden yardım etmişlerdi. Herkesin kediden beklentisi farklı olduğundan Descartes’ın karakter ayarlarını yaparken epey uğraştılar. Sevimlilikler yapmalı, hayır yapmamalı, öyle kedi mi olur, kedi dediğin mesafeli olur, hepsinden öte uykucu olmalı, hayır, çok uyursa müşteriler sıkılır. Bunun gibi birçok fikir çatışması oldu. Babam Descartes’la ilgili tek bir fikir sunmuştu, ben de ona katılmıştım.
“Hırslı ve bencil olmalı. Kediyi sevimli yapan özellikler bunlar.”
Fakat çok kaptanlı gemi dağa çıkıverdi. Descartes ne öyle ne böyle, aptal bir kedi oldu çıktı. Descartes’ın eve geldiği gün Kant ve Galileo başlarda tüylerini kabartarak düşmanca bir tavır sergilemişti. Ancak zamanla onu kabullendiler. Hareket yeteneği zayıf ve iştahsız Descartes’ı şapşal bir yavru kedi olarak görüyorlardı.
Kedileri sırayla okşadıktan sonra önceki günden kalan lazanyayı ısıtıp yedik. Kalan yemekler doğada kendiliğinden çözünen tabaklarla birlikte toplama merkezine gitti. Bulaşık yıkamak bir süredir benim işim olmuştu ama buna iş denemezdi. Yapmam gereken, her şeyi sıyırıp bir araya topladıktan sonra mutfağın bir köşesindeki tüpün içine koymaktı. Kullandıktan sonra çift katmanlı tüpün ağzını mutlaka kapatmam gerekiyordu. Babam defalarca, kapatmazsan kediler içine girebilir diye uyarmıştı. Kapağı kapatıp düğmeye basınca insanın içini açan fişuu sesiyle birlikte kalan yemek ve tabaklar gözden kayboluyordu. Human Matters’da her şey bu şekilde işliyordu. Görmek istemediğiniz şeyleri basit bir şekilde herhangi bir yere gönderebiliyordunuz. Onlara ne olduğuysa kimsenin umurunda değildi. Ben dış dünyada neler olduğundan bihaberdim. Bilmeme gerek de yoktu. Buranın devasa miktarda para kazanan bir şirketin koruması altındaki, seçilmiş bir azınlığın huzur ve refah içinde yaşadığı bir tür ada olduğunu da bilmiyordum.
Ellerimi tertemiz yıkadıktan sonra oyuncak oltayı sallayarak kedilerle oynamaya başladım. Babamın gün içinde kahkahalarla güldüğü nadir anlardandı. Yakalasa bile yiyemeyeceği tüyün peşinde hoplayıp zıplayan kediler, onun yorucu günlük işlerinin bittiğini haber veren bir çeşit enerji tazeleyicilerdi. Üç bilge kedi çok geçmeden tüy avına olan ilgilerini kaybedip birbirilerini kovalamaya başladılar. Galileo Kant’ı kovalıyor, Kant onu görmezden gelerek Descartes’ın üzerine atlıyordu. Sonunda iyice coşan kediler dört bir yana koşturmaya başladılar.
“Çoğu zaman Descartes’ın robot olduğunu unutuyorum. Diğer kediciklerin hareketlerini öğrendiği için değil mi?”
“Öğrenen sadece Descartes değil,” dedi babam. “Dikkatle bakarsan Kant ve Galileo da Descartes’ın hareketlerini izleyip taklit ediyor. O yüzden giderek birbirlerine benziyorlar. Aynileşiyorlar.”
Sonra yerinden kalkıp yürüyüş için hazırlık yaptı. Son zamanlarda kilo aldığını söyleyerek akşam yemeğinden sonra spor olsun diye yürüyüşe çıkıyordu. Fakat geri döndüğünde karnı acıktı diye yemek yediği için diyetine faydadan çok zararı oluyordu.
Milyonlarca yıl önce gün boyu ovalarda koşturarak hayatta kalacak şekilde evrimleşen insan bedeni hâlâ sınırsız hareket bekliyordu. Hareket etmezseniz kilo alıyorsunuz, kanınız ağırlaşıp koyulaşıyor ve damarlarınız tıkanıyordu.
Pencereden dışarı baktım. Mevsim kışa dönerken avuç içi kadar kavak yapraklarının uçuşarak döküldüğü sokağın üzerinde gün turuncu renkte batıyordu.
“Ben de gelsem olmaz mı?”
O gün nedense ev üzerime üzerime geliyor, nefesim kesiliyor gibi hissediyordum. Ne var ki babamın suratı asıldı.
“Sabah spora gitmedin mi? Sürekli çıkman tehlikeli. Mümkün olduğunca evde kal.”
Ülkenin bir yerlerinde bir çeşit iç savaş olduğunu ben de biliyordum. Haberlerde her gün hükûmet askerlerinin dağlık bölgelerdeki gerillaları temizlediğinden bahsediliyordu. Pyeongyang ve Seul’ün şehir merkezlerinde de terör faaliyetleri devam ediyordu. Her seferinde hükûmet, teröristleri ne olursa olsun yakalayıp cezalarını verecekleri uyarısında bulunuyor, ölenlerin cansız bedenlerini yan yana yollara diziyordu. Enstitünün üzerinden sürekli vatoza benzeyen, eşkenar dörtgen şeklindeki dev savaş dronları geçiyordu. Fakat Human Matters kampüsü her zamanki gibi sessiz ve huzurlu olduğundan savaş varmış gibi hissetmiyordum. İç savaş sanal dünyada geçen bir oyunmuş gibiydi benim için.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap AdıVeda
- Sayfa Sayısı256
- YazarKim Young-Ha
- ISBN9786050848090
- Boyutlar, Kapak13,5x21, Karton Kapak
- YayıneviTimaş / 2023
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Beyaz Zambaklar Ülkesinde ~ Grigoriy Petrov
Beyaz Zambaklar Ülkesinde
Grigoriy Petrov
Atatürk’ün Tavsiye Ettiği Kitap Rusya’nın en büyük aydınlarından biri olan Grigory Petrov, seyahatleri sırasında gittiği Finlandiya’dan çok etkilenmiş ve bu hayranlığının sonucu olarak Beyaz...
- Fare Kapanı ~ Agatha Christie
Fare Kapanı
Agatha Christie
FARE KAPANINA YAKALANANLAR: Molly Davis : Yeni evli genç bir kadın. Pansiyon işletmeye kalkışmış. Giles Davis : Molly’nin kocası. Çocukluğundan söz etmekten hoşlanmıyor. Christopher...
- Öteki Kızlar ~ Lesley Lokko
Öteki Kızlar
Lesley Lokko
Yolsuzluklarla zengin olmuş işadamı bir babanın kızı Nic, alkolik annesi ile kardeşlerine bakmak zorunda kalan yoksul Caryn, ablasının öldürülmesinin etkisinden kurtulamayan Tory… Bu üç...