
“Yum gözlerini de düşün, neler kimler duvarlardan geçer, hiç mi kök görmedin betonu çatlatmış, ya delilerin saydam ipleri hayat ağlarını yerden göğe örmez mi? Bu sonsuz yabanlık imkânı, seni ne varlardan ne yoklardan kılar, bir bakmışsın yerdesin, bir bakmışsın yokyerde.”
YerKuşAğı’nda dört farklı canlı bir araya geliyor: Çocuk Moy, karabatak Şuri, hayvan mı bitki mi belli olmayan Hagrin ve munçak Cice. Her birini bütünden ayıran bir yan var: Moy sesler duyduğu için hasta sayılmış, ilaçlara bağlı büyümüş bir çocuk; Şuri yaşam alanı işgal edilmiş yorgun yaralı bir kuş; Hagrin “yarı sarmaşık yarı toynaklı, yuvarlanıp kıvrılan bir ses” ve Cice ise bir görünüp bir kaybolan havlayan bir munçak. Rastlantı eseri birbirlerini bulan bu canlılar yaraları ve ayrıksı oluşlarıyla birbirlerine çekilirler. Ancak bir topluluk kurmak, bambaşka bir dünyanın parçası olmak için önce beşeri dilden arınmaları gerekir. Böylece seslerle çevrili, sonu belirsiz bir yolculuğa koyulurlar.
İlk romanı Ahraz’la okurların sevgisini kazanan Deniz Gezgin ikinci romanı YerKuşAğı’nda geleneksel anlatımı bir yana bırakarak, “zamanı çıkarınca geriye kalan” şeyleri söze döküyor. Yerkürede yaşanan yıkımla dünyaları parçalanan başka başka canlıların yeni bir varlık alanında buluşup dönüşmelerinin ve birbirlerinin yaralarını sarıp eksiklerini tamamlayarak anlama erişmelerinin öyküsünü anlatıyor.
*
Toynakları kuru yapraklar kadar yüksüz hayvan, tuza yürüyor. Gözleri aslında yüzü, güneş bir dağdan doğup diğerinden batıncaya kadar ışıkla sürmeli, ışığın içi derin bir boşluk, neye baksa kıpır kıpır, karanlık bir su gibi üzeri yaprak kaplı. Çocuklar kenarlarından tutunup içeri seslenince, yapraklar uçuşup kaçışır, ses boşluktan aşağıya yuvarlanıp tortop bir dünya olur döner. İçinde ne var? Zamanı çıkarınca geriye kalan her şey. Bir hayvanın gözünden yanıt veren dünya bazı çocukları korkutup kaçırır, bazısı ateşlenip yatağa düşer, hasta çocuğun derisinde açan çiçekler solar, iz bırakırsa çiçekbozuğu derler. Çiçekten kurtulamayanın büyüdükçe çocukluğu geri teper, illeti bir tür yanıktır: Karanlıkta uyanan gece yanığı, etini dişleyen cehennemin gül kemeri. Geceyi cana batıran bu eski sancı, vaktidir, der, sırtına yük olduğun hayvanın göz kenarlarına tutunup içeri seslenmenin.
Çıngıraklı adımlarıyla göğü fersah fersah kat eden kokusunu rüzgâra, kumaşını bulutlara asarak yükseliyor, derisini bir bir soyunuyordu. Yerin dibinde sanılana çıkıyordu hiçbir şeysiz. Dilini, tortusunu, ağrısını, ahını, alaca tüylerinin arasında yer etmişleri dökerek hafifliyor, bakışı puslanıyordu. Bunca yüksekten göreceği yoktu. Felekten aşınca ışığı altına alıp sonrayı da geçti. Zaman kanadından kopan tüydü, döne savrula yitti. Varacağı yer tüm tohumların döküldüğü bir gök yeri, insanın altında aradığı cehennem. Ne ateşten kapılar ne yabalı zebanilerce karşılanacak, hikâye edilmişlerin olmadığı arı bir gök suyuna varacak.
Soysuz, cinssiz, esrik bir unutuşla konacağını anladı. Gök suyunun yanı başında bir dişbudak dalındaydı. Bir çığlık ki durduramayacağı, bağrını yürüyüp taştı. Yalın yapıldak ses, içinde başkasını türeten, çekirdeğin acı suyu gibi yabana şifa olacak yem. Ses dişbudağın henüz patlamış tomurcuklarına konunca kızarmış uçlu çiçekler tel tel uzadı, dallarda çığlık çığlık çiçek. Dişbudağın dolambaçlı gövdesi kanatlı ziyaretçisinin sesiyle terledi, karasuyu zerrelerce dağıldı. Dalına konan sesine yabancı, nefesi tükeninceye dek her dala bir çiçek astı, böylesi bir cıvıltı civarda ne kadar tüy varsa çağırıp topladı, dişbudağın teriyle birbirine yapışan bu tüylü örtü, altında bir can saklıyordu.
Bu yere uzaklardan, adını, yönünü hatırlayamayacağı kadar uzaklardan, kök kokularına tutuna tutuna vardı. Bedeni tırpanlanmış, sesi kelimelerle örtülmüştü. Günler gecelerce yabanıl çığlıklarla haykırdığıydı, kayaların keskin yüzlerine çarpan, suların oyuğuna biriken, dağların yuvarladığı, bulutların sarmaladığı sesler. Duyanın yüzünü buruşturan, tarihöncesinde tadılmış bir acı yemiş sanki. Sesini kıpır kıpır taşıran ateş, o yemişin ağacını, kök saldığı bahçeyi, ağza bulaşan tadı çağırıp pençeleriyle açtığı bir çukurda birikti.
Başındaki güruh sesi inkâr etti, sözü iftirayla çevirip evden eve, kapıdan eşiğe mühürleyerek, ağzına ilaçlı bir bez tıktı. Hastalık tuttu, dilini sardı dediler, birer eldiven giyip onu çukura ittiler. Kırk gün kırk gece tepesinde soluk mavi bir ışık yandı. Tıpkı sofradaki av kuşu gibi bembeyaz bir örtü üstünde, tüyleri yolunmuş, kıpırtısızdı.
Dalga dalga elektrik, sıçrata sıçrata onu kuşlara kattı. Her sıçrayışta bir dal “çıt” kırıldı, yukarı, daha yukarı, derken göğün en koyu katında. Ne çok yıldız, ışıksa işte kıpır kıpır, sadece bulut hışırtısı, her şeyin içine genişçe sığdığı tik taksız, numarasız zaman. Asılı kaldığı gök yeri burası, ışıkta buhar olup konduğu.
Yerden göğe, ot kökünden yıldız köşelerine yol alışını kim görecek. Kapıları, çitleri, zift yüzlü betonu aşıp kara dikenli toprağa kavuştuğunu, orada ten kılıfından bir koku gibi uçtuğunu ve göğün tepesindeki dişbudak dalına kendini astığını. Birileri mezarını kazarken, o dişbudağın dalında olgunlaşıp nemli bir toprak örtüsüne düşecekti.
Düştü.
Göğsü karasuların ritmiyle inip çıkan kim?
Kaç zamandır bu yabanda derisi toprağa kaynayıncaya yok olan, şimdi tüy hafifliğinde bir uyku kuşanıp var. Soluk alıp verdikçe genişleyen oylumu, kanadı ısırılmış bir kuşa yuva. Yaralı kuşun petrole bulanmış, yapış yapış tüyleri az evvel içeri dolan dişbudak kokulu havayla tel tel. Birinin uyanışı, diğerinin uçuşu, dirilerde kanatlanan, öksenin meşeye tutunuşu gibi kendiliğinden.
Ayağını bastığı yerin yüzü ne kadar yeniyse altı da o kadar eski. Bu yüzden sesler de çağıl çağıl. Burada yalnızca bir koku sanki, mayalanıp kabaran şeylerin kokusu. Safi iç olarak geziniyor, bir iç fazla yumuşak, ıslak ve dokunmaya çekimli olduğundan kabuğuna doğru yol alıyor. O dalda asılıyken yüzülü derisi dişbudağın teriyle gevşemiş, bir yarayı örtüp de saklamış.
Güneş tepeye varıncaya değin içliğinden gıdıklana gıdıklana yürüdü. Tam usanıp da durduğu yerde, derisini nefes alıp verirken buldu. İçinde sanki isli bacalardan düşmüş bir varlık, yoksa karabasanlar ormanlarda terk edilmiş derilere yuva mı yapmakta? Kara, kapkara bir kuş, yarasına kabuk ararken bir insanın derisine sokulmuş.
Ölümün nefes alıp verdiği yer mi burası?
Kara kuş da yapabilseydi onun gibi teleğinden herhangi bir dala asardı kendini, yenmişliğinden mahcup, uçuşsuz aldığı mesafeden bitkindi.
Öncesinde göğsünün içinde saydam bir yürek taşıdığını, yele şimşeğe o yüreğin taştığını, tüm yaban kuşlar gibi çiy damlalarıyla fısıldaştığını kim der. Gözlerinin milyonlarca yıl kırpılmış gölgesi, bakışının çevrildiği yere bulaşacak gibi. Taşıdığı bu ağırlık ve onu taşıyan, rüyaların hafifliğinden öylesine uzak, gagası kelimelerden pütür pütür, hiç hayata dahil olmayan ne çok şeye dünyanın içinde, tanık olmuş. Karın boşluğundaki yudum kadar cıva, yürümekle ine çıka başını döndürmüş, ayağını bir boşluğa basmıştı, uzun bir uykuya kıvrılacağı av bıçağıyla yüzülmüş bir deriye.
Üstüne eğilen çıtırtıyla günler sonra gözleri açıldı kuşun. Nefes alıyordu, çok çok önceden bildiği, suların, yıldızların havasından. Gagasını uzattı, başında bekleyen gölgeyi duydu, kımıldanınca kanadını bildi, sıçrayınca karnındaki cıva ağzından fırlayıp gitti. Bir pürçük göğsüne, acısı uçmuş eksik kanadına baktı, bir de başındaki gölgeye. Anladı ki o gölgenin derisindeydi, telaşla çırpınıp çıkmaya kanatlanacakken gölgenin tam ayakucuna yuvarlandı. Uçamayışını unutmuştu, uçmayı asla.
Boşluğunda yuvalamış bir kuş, bırakıp gitse olmaz, onu yerinden edip derisini kuşansa yine olmaz. Etrafına bakabilse, iç içe geçen ne çok, görecek. Birbirine yer yuva açan, yoktan var olan. Bildiği göreceğini kesiyor. Ne kendinden ne de eksilmiş kuştan geçebiliyor. Dişbudakta asılıyken canından olduğunu sanmıştı, daldan düşer düşmez derisinin altında bir can buldu, ölüm bilgisi hayatınkiyle yer değişmişti. Biri yerde olacağına göğe tırmanmış, öteki gökte uçacağına yere saplanmış. İki küçük yersiz beden, başka biçimde yaralı ve bir arada. Kuşun gelip derisine yerleşmesi, onun varlığını yoklaştırmıyor. O da kuşu yerinden etmez, edemez. Önce derisini üstüne geçirip sonra da kuşu kucaklasa olacak.
Ancak el yordamıyla içini dışına, kuşu da koynuna sokuverdi.
Pişş! Pişş! Piş! Pişş! Pişş! Piş!
Kuşun gagasında atan yüreği yüreğine yaslı.
Onu kulağındaki fısıltıya uydurarak sallıyor, sallanıyor. Bildiği, sallanmanın sağaltıcı gücü, karnındaki dalgalanmayla birlikte gidip gelmenin anlama açılan bir hava boşluğu var.
Pişş! Pişş! Piş! Pişş! Pişş! Piş!
Kuru ve yaş yapraklar, kışş, kışş, kış! kışş, kışş, kış! Yıldızlar siss, iss, siss, iss!
Ağaçların yarasında donan reçineler, yosun örtü, salyangoz kabukları, gece kelebekleri, börtü böcek, saklı gizlisiyle, buğusundan iğnesine, bütün yaban dile gelmiş, kara kuşun yüreğine üflüyor…
Ve gece kuşları.
Koca gözleriyle yıkıntılara tüneyenler. Uyu ki uyan!
Uyu ki uyan!
Uyu ki uyan!
Dişbudaktandüşen, derisini giyinmiş, ıslak bir iç olmaktan çıkmıştı. Kucağındaki yürek atışları yabanınkiyle bir artık, kuşunki, dışındaki ama ya içindeki.
Uykuda olmadığı açık, rüyaları kuşatıldığı için uyanık, ilaçlarla uyutulup üzeri örtüldüğü için.
Olup biten bir başka canlının hayatı sanki
Göğün dişbudağına kendini asıp bu yere düştüğünden beri korkuyu unuttu. Ona korkması öğretilen ne varsa içinde, korkunun ta dışında. Kat kat örtülerin altında titrediği, soğuk terler döktüğü geceler, demek başka bir şeyin koyusuydu. Gece her yerde, karanlığın sesi hiçbir şeyce bastırılmadan içine sokuluyor. Kapanıp açılan solungaçlar, suyu dalgalandıran yüzgeçler, kökleri eşeleyen tırnaklar, tüm biçimler ve biçimsizler. Gece ağaçlı göğü terk ederken, dallardan, kovuklardan, her sesten bir cıvıltı, etekleri uçuşan bir orman cini gibi etrafı dolaşmaya çıkıyor. Kucağındaki kara kuşla nerede olduğunu bilmeden sabaha dek sallanıp duracak. Karanlığın çilesini ilmeğinden tutup söken, o her neyse, sabahı gerçekleştirecek.
Sırtı dev bir ağaç gövdesine, başı onun yosun örtüsüne yaslı, ömrünün, doğrusu ölümünün en derin uykusunu uyudu. Bir tutam dal, ucunda tüten dumanıyla burnunun dibinden bir o yana bir bu yana yanarak geçerken, saldığı koku, uykudakinin içini dolaşıp soluğunu açtı. Kulağında çıngıl çıngıl ziller, saçlarının arasından geçen sapsarı bir esinti, dönen gördükleri mi yoksa başı mı bilemiyor. Rüyaya dalar gibi gerçeğe uyanıyor. Karşısında bir çift kara göz, sanki bir sarmaşığın gözleri, koyu yeşil yapraklı, dikenli ve mayhoş meyveli bir yabaninin. Omzuna dokunup ona seslendi. “Ye bunu, şifadır.”
Sıcak bir yosun değdi tenine, kara orman ağaçlarınınki gibi uçsuz bucaksız kökleriyle. O ağaçlar, ilksel yosunlardan olmadı mı? Sarmaşığın avucunda minik üç beyaz yemiş, önünde serili. Bu kez olsun bildiğinden saparak bir dürtüyle ellerini unuttu. Bir hayvan gibi, yemişlere ağzıyla uzandı, üçünden birini yuvarlayıp diline aldı. Küçücük yemişten bir ağız dolusu su patladı, tadı acı mı acı. Zillerin ezgisi, yaş yüzeylerin kokusu tuttu Dişbudaktandüşen’i. Dili uyuştu, gördüğü berraklaştı.
Sarmaşığın eli kolu etlendi, kara gözleri ışıltılı bir yüze yerleşti. Uçları otlarla bağlı incecik saç örgüleri gümüş pırıltılıydı. Onu baştan ayağa süzecek oldu, yere basan bir çift toynak gördü. Tuhaf, karşısındaki ihtiyar değil genç değil, kadın değil adam değil, insan değil bitki değil, toynaklı ama hayvan da değildi. O daha şaşkınlığını atamadan bir yaprak munçağı bacaklarına sürtünüp karşısına geçti. Dişbudaktandüşen, hazır dili uyuşukken son iki yemişi de uzanıp yuttu, neden sonra kucağındaki kara kuşu, yemişlerin yerine, sarmaşığın avucuna bıraktı. Dilindeki acılık lime lime dağılırken dizlerinin üzerine çömelip munçakla bir hizaya geldi. Hayvanın geniş gözbebekleri yüzünü zıplaya zıplaya gezindi, ıslak burnu ondaki dişbudak kokusunu duyup derisinin kıvrımlarında dolaştı. Birbirlerine az daha yanaşıp her adımda durup koklaşarak, bakışarak sonunda ağız ağıza verdiler. Mırıltıyla başladıkları, bağırtıyla aralarındakini çözüp atmıştı.
Bir garip neşe, seslerle saçılıyor, meşe yapraklarının üzerinde çıtırdayıp toprakta yuvarlanıyordu. İçinde büyüyen oyun iştahı, ağzına dolup dolup gülmelere açılan, kıkır kıkır yer hali. Dilindeki uyuşukluk geçinceye değin yün yumak, toz toprak, munçakla sarmaş dolaş. Sedyelerde, sofralarda, av partilerinde sustuğu ne kadar ses varsa şimdi göğsünde kıpır kıpır.
Bu defa başı şaşkınlıktan, buluşmaktan, sevinçten, hatırlayıştan dönüyor.
Yapraklar pırlayarak güneşi çakıp söndürüyor, çok zamandır ilk kez göğün ışığı gözünü alıyordu.
Her şey çoktan olacağına varmış gibi. Göğüyle, yeriyle, kabaran kokuları, buruk tadı ve uçuşan sesleriyle bu düşüp yuvarlandığı hem tanıdık hem ilk.
İyice bir yok oluş bu, yok yere.
Yüzü gözü salyalı, nihayet yüreğiyle dışı bir atıyorken orada yalnız olmadığını hatırladı. Başını çevirince az ötede kara kuşu gördü; gözleri açılmış, uyanık, hâlâ sarmaşığın avucunda, kulağı onda. Dinlediği bir tür sessizlik, ne bir çıtırtı kalmış geride ne de fısıltı, ziller dahi susmuştu. Sesi hâlâ hareketle düşünüyordu, zamanı düşündüğü gibi. Işık kıpırdayan şeylerin nabzını yoklayarak çekiliyor, başka bir mevsimin pusu yanaşıyordu. Zaman yerine göre akıyor demek, dilindeki uyuşukluk çözülünce ilk düşündüğü yine o. Yoksa niye yanında göremesin az önce oynaştığı hayvanı, yok işte, göremiyor munçağı. Çağlayan neşelerinden oyulmuş dağınık boşluk, kabarmış toprakta işli.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yerli)
- Kitap AdıYerKuşAğı
- Sayfa Sayısı80
- YazarDeniz Gezgin
- ISBN9789750864964
- Boyutlar, Kapak 13,5x21 cm, Karton Kapak
- YayıneviYapı Kredi Yayınları / 2025
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Safahat-ı Kalp ~ Şair Nigâr Hanım
Safahat-ı Kalp
Şair Nigâr Hanım
Ah, bu acı içinde kıvrandıran sessizlik! Sen onun ne demek olduğunu bilirsin değil mi? O hassas kalbin elbette defalarca bu hale düşmüştür. Ona bir...
- Öldüğüm Gün ~ Senai Demirci
Öldüğüm Gün
Senai Demirci
“Adını ‘ölü’ koydular sessizce. Doktorların ağzından çiğnenmiş sakız gibi çıkıveren o hece yüzünde patladı: ‘Ex!’ Eksildi dünyadan. Başkasının üzerine kolayca yapışırdı ‘ölü’ etiketi. Hep...
- Krallar Ve Soytarıları / Hepimiz Gökyüzü Olmak İstedik 2 ~ N. G. Kabal
Krallar Ve Soytarıları / Hepimiz Gökyüzü Olmak İstedik 2
N. G. Kabal
Korku seni güçlü kılacak! Tanrıçaların fısıltısı ile taşların peşine düşen Nova kolyesini geri almak için Ateş Lordu’na tuzak kurarak Ateş Krallığı’na gider. Su Krallığı’nın yükselişinden...