Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Sarı Yüz
Sarı Yüz

Sarı Yüz

R. F. Kuang

Çoksatan listelerinden uzun süredir inmeyen, son yılların en çok ses getiren romanı SARI YÜZ şimdi Türkçede! GOODREADS YILIN EN İYİ ROMANI İNGİLİZ KİTAP ÖDÜLÜ…

Çoksatan listelerinden uzun süredir inmeyen, son yılların en çok ses getiren romanı SARI YÜZ şimdi Türkçede!

GOODREADS YILIN EN İYİ ROMANI

İNGİLİZ KİTAP ÖDÜLÜ YILIN KURGU KİTABI

Athena Liu edebiyat dünyasının sevgilisi, June Hayward ise kelimenin tam anlamıyla bir hiç kimseydi. June, delice kıskandığı arkadaşının bu başarısını Amerikalı-Çinli olmasına, kendi başarısızlığını da normal bir beyaz kız olmasına bağlıyordu.

TEHLİKELİ YALANLAR

Athena korkunç bir kazada ölünce June onun yayımlanmamış kitabını çalacak, Juniper Song adıyla kendi romanıymış gibi yayımlayacak ve çoksatanlar listesini kasıp kavuracaktı.

KARANLIK SIRLAR

Ancak kanıtlar ve gizemli bir Twitter hesabı June’un çalıntı başarısını tehdit ettikçe June hak ettiğini düşündüğü şöhreti elinde tutmak ve bu korkunç sırrı tüm dünyadan saklamak için ne kadar ileri gidebileceğini keşfedecekti.

ÖLÜMCÜL SONUÇLAR

Sonrasında olanlar ise tamamen diğerlerinin suçu.

F. Kuang’ın sansasyon yaratan romanı, pandemi sonrası dünyanın hâlini çarpıcı bir biçimde gözler önüne seriyor. Sarı Yüz, ilk sayfadan son sayfaya temposunu hiç düşürmeden, çeşitlilik, ırkçılık ve kültürel sömürü gibi önemli meseleleri işlerken sosyal medyanın ürkütücü yüzünü de etkileyici bir şekilde ortaya koyuyor.

“Edebiyat dünyasının yıldızı Kuang’dan şahane bir hiciv.” –Publishers Weekly

“Bu harika bir kitap. Suç, hiciv, korku, paranoya, kültürel yağmacılığın yarattığı sorunlar, sosyal medyadaki çirkin olaylar… Elden bırakması zor, unutması daha da zor.” –Stephen King

“21. yüzyılın en önemli kitaplarından biri.” –The New York Times

Bir

Athena Liu’nun ölümünü izlediğim gece, Netflix’le yaptığı anlaşmayı kutluyoruz.

Baştan söyleyeyim, bu hikâyenin bir anlam ifade edebilmesi için Athena’yla ilgili şu iki şeyi bilmeniz gerekir:

Birincisi, Athena’nın her şeyi var: Üniversiteden mezun olur olmaz büyük bir yayıneviyle birden çok kitap için sözleşme yaptı, adını sanını herkesin bildiği bir yazarlık programında yüksek lisans eğitimi aldı, özgeçmişi çok prestijli konuk sanatçı programlarıyla dolu ve bugüne dek aday olduğu ödüllerin listesi alışveriş listemden daha uzun. Henüz yirmi yedi yaşında ve her biri öncekinden daha büyük bir başarı yakalayan üç romanı yayımlandı. Athena için Netflix’le imzaladığı anlaşma hayatını değiştirecek türden bir olay değil yani, bir övünç kaynağı, edebiyat dünyası yıldızlığına giden, mezuniyetinden beri tozunu attırdığı yolun tali hoşluklarından bir başkası olsa olsa.

İkincisi, belki de birinci maddenin sonucu bu, neredeyse hiç arkadaşı yok. Neslimizin yazarları –otuzuna basmamış, genç, hırslı ve gelecek vaat edenler– sürüler hâlinde hareket etme eğiliminde. Sosyal medyanın her köşesinde bu yazar kliklerinin kanıtlarını görebilirsiniz – birbirlerinin henüz basılmamış kitaplarından seçilmiş pasajları yere göğe koyamaz (BİTSE DE OKUSAK, BAYILDIM!), kapaklar tanıtılınca ortalığı ciyak ciyak ayağa kaldırır (O KADAR MUHTEŞEM Kİ DAYANAMIYORUM!!!) ve dünyanın dört bir yanındaki edebiyat buluşma larında grup selfilerini paylaşırlar. Ama Athena’nın Instagram fotoğraflarında başka kimseyi görmezsiniz. Düzenli olarak tweet atıp yetmiş bin takipçisine kariyeriyle ilgili haberler verir ve cins şakalar yapar ama başka insanları etiketlediği nadirdir. Meşhur isimleri zikretmez, meslektaşlarının kitaplarının reklamını yapıp tavsiye etmez, kariyerinin başındaki yazarlar gibi can havliyle göstermelik samimiyetler kurmaz. Onu tanıdığım onca zaman boyunca benden başka birinden yakın arkadaşım diye bahsettiğini duymadım hiç.

Eskiden mesafeli olduğunu düşünüyordum sadece. Athena o kadar saçma sapan, o kadar akıl almaz derecede başarılı ki alelade fanilerin arasına karışmak istememesi gayet anlaşılır. Bir tek mavi tiklilerle ve kitapları çok satan, modern toplum üzerine güzide gözlemleriyle onu eğlendirebilen diğer yazarlarla muhabbet ediyordur büyük ihtimalle. Proleterlerle arkadaşlık edecek vakti yoktur.

Ama son yıllarda başka bir teori geliştirdim. Belki de Athena’yı herkes benim kadar katlanılmaz buluyordur. Sizi istisnasız her an gölgede bırakan biriyle arkadaş olmak zor iş ne de olsa. Muhtemelen kimse Athena’ya tahammül edemiyordur çünkü onunla asla boy ölçüşemedikleri ve ölçüşemeyecekleri gerçeğine tahammül edemiyorlardır. Benim burada olma sebebimse bu kadar zavallı olmam muhtemelen.

Dolayısıyla o gece Georgetown’da gürültülü ve aşırı pahalı bir teras barda Athena’yla yalnızız. O iyi vakit geçirdiğini ispatlamak gibi bir görevi varmışçasına kokteylleri ardı ardına yuvarlarken ben içimdeki onun ölmesini dileyen kaltağı susturmak için içiyorum.

Athena’yla koşullar bizi bir araya getirdiği için arkadaş olduk. Yale’daki ilk senemizde aynı katta kalıyorduk ve ikimiz de aklımız ermeye başladığından beri yazar olmak istediğimizi bildiğimiz için lisans boyunca aynı yazarlık derslerinde bulduk kendimizi.

Kariyerimizin başlarında aynı edebiyat dergilerinde kısa öykülerimizi yayımlattık ve mezun olduktan birkaç sene sonra aynı şehre taşındık – o Georgetown’da prestijli bir kürsü almıştı, rivayete göre fakülte Athena’nın American Üniversitesi’nde konuk olarak verdiği bir dersten o kadar etkilenmişti ki İngiliz edebiyatı bölümü sırf onun için yaratıcı yazarlık kadrosu açmıştı; bense annemin kuzenlerinden birinin Rosslyn’de bir dairesi olduğu için taşınmıştım şehre, bitkilerini sulamayı unutmamam koşuluyla ve sadece faturaları ödemem karşılığında evi bana kiralamıştı. Yani birbirimizde ruh ikizimizi bulmuş veya bizi birbirimize bağlayan, derin izler bırakan travmalar geçirmiş değildik – hep aynı yerlerdeydik sadece, aynı şeyleri yapıyorduk, dolayısıyla birbirimize arkadaşça davranmak işimize gelmişti.

Ne var ki, yola aynı noktadan çıksak da –Profesör Natalia Gaines’ın Kısa Kurguya Giriş dersiydi bu nokta– mezuniyetten sonra kariyerlerimiz alabildiğine farklı yönlere kaydı.

İlk romanımı Teach For America’da çalışıp can sıkıntısından kafayı sıyırdığım yıl bir ilham patlamasıyla yazdım. Her gün işten sonra eve geliyor, çocukluğumdan beri anlatmak istediğim hikâyenin taslağını çıkarmak üzere özene bezene çalışıyordum. Akçaağacın Üzerinden adlı, yas, kayıp ve kız kardeşlik üzerine zengin detaylarla dolu ve hafiften büyülü bir büyüme hikâyesiydi bu. Aşağı yukarı elli edebiyat ajanının kapısını çalıp sonuç alamadım, derken Evermore adlı küçük bir yayınevi başvurular için açık çağrı yaptı ve benim kitabım da seçildi. Verdikleri avans o esnada bana absürd gelmişti –on bin dolar peşin, kazancım bu rakamı geçtikten sonra da telif eklenecekti– ama bu Athena’nın ilk romanı için Penguin Random House’la altı haneli bir anlaşma yaptığını öğrenmemden önceydi tabii.

Evermore benim kitabım baskıya gitmeden üç ay önce kapandı. Kitabın hakları bana geri döndü. Mucizevi bir şekilde, ajanım –ki kendisi Evermore’un ilk teklifinden sonra kabul etmişti beni– hakları yirmi bin dolarlık bir avans karşılığında beş büyük yayınevinden birine sattı bu kez – “Hiç fena bir anlaşma değil,” yazıyordu Publishers Marketplace’in* haberinde. Görünüşe göre nihayet tuttuğumu koparmıştım işte, şan, şöhret ve başarı hayallerimin hepsi gerçek olacaktı ama sonra kitabın çıkış zamanı yaklaştı, ilk baskı on bin adetten beş bine, altı şehri kapsayan kitap turum Washington metrosu güzergâhındaki üç durağa indi ve meşhur yazarlardan geleceği vaat edilen övgüler bir türlü gelmedi. İkinci baskıyı hiç görmedim. Kitabım toplamda iki bin, taş çatlasa üç bin kopya satmıştır. Sonra ekonomi her yokuş aşağı gittiğinde yaşanan darboğazların birinde editörüm işten kovuldu ve beni Garrett diye bir adama verdiler, kendisi şu vakte kadar romanımı desteklemekle öyle az ilgilendi ki beni hepten unuttuğundan şüpheleniyorum çoğu zaman.

Ama bu işler böyleymiş zaten, herkes böyle söyledi bana. Herkesin ilk deneyimleri boktanmış. Yayıncıların Al Birini Vur Ötekineymiş. New York’ta hep kaos hüküm sürüyormuş, bütün editörler ve tanıtımcılar düşük ücretlere haddinden fazla çalıştırılıyormuş ve çuval çuval incirler sürekli berbat ediliyormuş. Komşunun tavuğu kaz değilmiş. Bütün yazarlar yayıncısından nefret ediyormuş. Külkedisi hikâyeleri külliyen yalanmış – sıkı çalışmak, sebat etmek ve şans kapılarını tekrar tekrar çalmak lazımmış.

Madem öyle niçin bazı insanlar daha ilk denemelerinde yıldız mertebesine yükseliveriyor çabucak? Athena’nın ilk kitabı basılmadan altı ay önce, çok okunan yayıncılık dergilerinin birinde kocaman, seksi bir fotoğrafı çıkmıştı, haberin başlığı şöyleydi: “Yayın Dünyasının En Yeni Dehası İhtiyaç Duyduğumuz AAPI** Hikâyelerini Anlatmaya Geldi.” Yurtdışı hakları otuz ülkeye satılmıştı. Kitabı, eleştirmenlerin New Yorker ve New York Times gibi mecralarda bol keseden övgü ve tezahüratları eşliğinde piyasaya sürüldü ve bütün çoksatanlar listelerinde haftalarca en üst sıralarda yer aldı. Ertesi seneki ödül sezonunun nasıl geçeceği çok belliydi. Athena’nın ilk kitabı –ailesindeki bütün ölü kadınların hayaletlerini çağırabilen Çin asıllı Amerikalı bir kızı konu alan Ses ve Yankı– spekülatif ve popüler edebiyat arasındaki çizgiyi mükemmel bir şekilde tutturan ender romanlardandı, dolayısıyla Booker, Nebula, Hugo ve Dünya Fantazi’ye aday gösterilip ikisini kazandı. Üstelik bu sadece üç yıl önceydi. O zamandan beri iki kitabı daha yayımlandı ve eleştirmenler camiasının ortak fikri Athena’nın giderek daha da iyi yazdığı yönünde.

Athena’nın yeteneksiz olduğunu söylemiyorum. Aksine, feci iyi bir yazar – yazdığı her şeyi okudum ve iyi edebiyatı görünce hakkını vermeyecek kadar kıskanç değilim. Ama Athena’nın etrafındaki halenin sebebinin yazdıkları olmadığı aşikâr. Olay tamamen kendisi. En basit şekliyle söyleyecek olursam, Athena Liu dehşet havalı biri. Adı –Athena Ling En Liu– bile havalı; bravo size Bay ve Bayan Liu, kızınızın adını koyarken klasikle egzotiğin mükemmel bir karışımını seçmişsiniz. Athena Hong Kong’da doğmuş, Sydney’yle New York arasında mekik dokuyarak büyümüş, okuduğu yatılı İngiliz okullarında o asortik ve kökeni anlaşılmaz aksanı edinmiş; uzun boylu ve dal gibi incecik, bütün eski balerinler gibi zarif, teni porselen gibi soluk ve uzun kirpikli kocaman kahverengi gözleriyle Çinli bir Anne Hathaway’e benziyor (bunu söylemem ırkçılık sayılmaz çünkü Athena bir seferinde kırmızı halılı etkinliklerden birinde “Annie”yle birlikte bir selfisini paylaşmış, yan yana dizilmiş dört iri ceylan gözün altına yalnızca “İkizler!” yazmıştı.)

İnanılmaz biri. Kelimenin tam manasıyla inanılmaz biri. Dolayısıyla bütün güzel şeyler Athena’nın oluyor tabii çünkü sektör böyle işliyor. Yayın dünyası kendine bir şampiyon –yeterince çekici birini, havalı, genç ve, hadi ama, hepimiz aynı şeyi düşünüyoruz, söyleyelim gitsin, yeterince “çeşitlilik” arz eden birini– seçer ve bütün parasıyla imkânlarını üstüne yağdırır. Müthiş keyfi bir durum yani. Ya da keyfi değil belki ama kişinin kaleminin gücüyle hiçbir alakası olmayan etkenlere bağlı. Yukarıdakiler Athena’yı –güzel, Yale mezunu, çok uluslu, kuirliği müphem bir beyaz olmayan kadını– seçti. Bense altı üstü kahverengi gözlü, kahverengi saçlı, Philly’li June Hayward’ım – ve ne kadar sıkı çalışırsam çalışayım, ne kadar iyi yazarsam yazayım, asla Athena Liu olamayacağım.

Şimdiye kadar roket hızıyla yörüngemden çıkmış olmasını beklerdim. Ama dostane mesajlar gelmeye devam ediyor –yazın nasıl gidiyor bugün? hedeflediğin kelime sayısına ulaştın mı? teslim tarihine yetişirsin umarım!– davetlerinin de arkası kesilmiyor: El Centro’da happy hour margaritaları, Zaytinya’da brunchlar, U Street’te şiir geceleri. Karşınızdakini gerçek anlamıyla tanımadan birlikte çok zaman geçirmeyi becerdiğiniz yüzeysel arkadaşlıklardan bizimkisi. Kardeşi olup olmadığını hâlâ bilmiyorum. O da erkek arkadaşlarımla ilgili tek bir soru sormadı. Ama takılmaya devam ediyoruz çünkü ikimiz de Washington’da olduğumuz ve yaş ilerledikçe yeni arkadaşlar edinmek zorlaştığı için böylesi daha münasip.

Dürüst olayım, Athena’nın beni neden sevdiğini pek bilmiyorum. Beni her gördüğünde sarılıyor. Haftada en az iki kez sosyal medya gönderilerimi beğeniyor. İki ayda bir, çoğunlukla da onun daveti üzerine bir şeyler içmeye çıkıyoruz. Ama ona ne sunduğuma dair hiçbir fikrim yok – ne nüfuzum, ne popülerliğim ne de benimle harcadığı vakti zahmete değer kılacak bir çevrem var.

İçten içe, Athena’nın benimle görüşmeyi tam da bu yüzden, onunla rekabet edemediğim için sevdiğinden şüphelendim hep. Dünyasını anlıyorum, öte yandan bir tehdit teşkil etmiyorum, başarıları benim o kadar uzağımda kalıyor ki zaferlerini yüzüme çığırırken kendini kötü hissetmiyor. Davayı baştan kaybettiğini bildiği için üstünlüğümüze meydan okumayan bir arkadaşımız olsun istemez miyiz? Kum torbası muamelesi yapabileceğimiz birine ihtiyaç duymaz mıyız hepimiz?

***

“O kadar da kötü olamaz,” diyor Athena. “Karton kapaklı baskıları birkaç ay öteleyeceklerini kastetmişlerdir eminim.” “Ertelenmedi,” diyorum. “İptal edildi. Brett’in dediğine göre… yayın programlarında benim kitabıma uygun bir yer bulamamışlar.” Omzuma vuruyor hafifçe. “Aman be, üzülme. Ciltli kitaplardan daha çok telif alınıyor zaten! Her işte bir hayır var, ha?” Telif aldığımı varsayman senin küstahlığın. Bunu yüksek sesle söylemiyorum. Patavatsızlıkları yüzünden Athena’ya kızdığınızda o kadar çok, o kadar abartarak mahcup oluyor ki buna katlanmak öfkemi bastırmaktan daha zor geliyor. Graham adlı teras bardayız, ikili bir koltukta günbatımına karşı oturuyoruz.

Athena ikinci whisky sour’unu yuvarlıyor, ben de üçüncü pinot noir’ımdayım. Yine aynı bayat konuya girdik, yayıncımla yaşadığım sıkıntılardan bahsediyoruz, çok pişmanım çünkü Athena’nın teselli ya da tavsiye niyetine söylediği her şey yarama tuz basıyor. “Garrett’ın tepesini attırmak istemiyorum,” diyorum. “Aslını istersen benimle işleri kalmasın diye opsiyonu reddetmeye can atıyor bence.” “Ama sen de kendini biraz ağırdan sat, canım,” diyor Athena. “Sonuçta ilk kitabını o aldı, değil mi?” “Hayır,” diyorum, “o almadı.” Bunları Athena’ya her seferinde hatırlatmam gerekiyor. Benim dertlerime gelince balık hafızalılığı tutuyor hep, bir şeyin aklında kalması için iki üç kez tekrarlamam lazım. “Kitabımı alan editör kovuldu, top Garrett’ta şimdi ama o da bu konuyu her konuşmamızda beni başından savıyormuş gibi geliyor.” “Hım, o zaman siktir et onu,” diyor Athena neşeyle. “Birer tane daha içelim mi?” Burada içkiler manasızca pahalı ama Athena ısmarladığı için sıkıntı yok. Hep Athena ısmarlar zaten; ben teklif etmeyi bırakalı çok oldu. Athena’nın “pahalı” ya da “ucuz” gibi mefhumlara hâkim olduğunu sanmıyorum. Yale’dan çıkıp banka hesabında yüz binlerce dolarla tam burslu bir yüksek lisans programına gitti. Bir seferine ona New York yayın dünyasında giriş seviyesindeki pozisyonlara yılda yaklaşık otuz beş bin dolar ödendiğini söylemiştim, “Çok mu yani?” diye sormuştu gözlerini kırpıştırıp. “Ben bir malbec içerim,” diyorum. Kadehi on dokuz dolar.

“Tamamdır, bebek.” Athena kalkıp salına salına bara yürüyor. Barmen ona gülümsüyor ve Athena, Shirley Temple havalarına girip şaşkın bir çığlık atıyor, elleri ağzına uçuveriyor. Görünüşe göre bar taburesinde oturan beyefendilerden biri ona bir kadeh şampanya göndermiş. “Evet, kutlama yapıyoruz gerçekten de.” Zarif ve neşeli gülüşü müziğin üzerinde süzülüyor. “Arkadaşıma da aynısından alabilir miyim? Bu benden.”

Kimsenin bana şampanya yolladığı yok. Ama bu hep böyle zaten. Her dışarı çıktığımızda Athena kâh imza ve selfi isteyen hevesli okurların kâh onu büyüleyici bulan erkek ve kadınların ilgi yağmuruna tutulur. Ben mi? Ben görünmezim. “Geldim.” Athena yanıma yerleşip içkimi uzatıyor. “Netflix toplantısını anlatayım ister misin? Off, Junie, manyak bir şeydi. Kaplan Kral’ın yapımcısıyla tanıştım. Kaplan Kral ya!” Onun adına sevin, diyorum kendime. Sevin gitsin işte, bırak bu gece onun gecesi olsun.

İnsanlar kıskançlığı hep keskin, yeşil, zehirli bir şey gibi tarif ediyor. Mesnetsiz, sirkemsi, habis. Ama anladım ki kıskançlık, yazarlar cephesinde, daha çok korkuya benziyor. Kıskançlık, Twitter’da Athena’nın başarılarıyla ilgili haberleri –yeni kitap sözleşmelerini, aday olduğu ödülleri, özel baskıları, yurtdışı hakları için yapılan anlaşmaları– gördüğümde nabzımın aniden yükselmesi demek benim için. Kendimi mütemadiyen onunla karşılaştırmak ve hep eksik kalmak demek; yeterince iyi veya yeterince hızlı yazmadığımı, yeterli olmadığımı, asla da olmayacağımı düşünüp paniğe kapılmak demek. Kıskançlık sırf Athena’nın Netflix’le altı haneli bir anlaşma imzaladığını öğrendim diye günlerce raydan çıkmam, kendi işime odaklanamamam, onun kitaplarını kitapçı vitrinlerinde her gördüğümde utanç batağına saplanmam, kendimden nefret etmem demek.

Tanıdığım her yazar başka bir yazar hakkında böyle hissediyor. Yazarlık bu denli yalnız bir faaliyet. Yarattığın şeyin herhangi bir kıymeti olduğuna dair hiçbir güvencen yok, bu kör yarışta geride kaldığına dair her türlü işaret ümitsizlik çukurlarına atıyor seni. Sen kendi önündeki kâğıda bak, diyorlar. Ama diğer herkesin kâğıtları sürekli gözünün önünde uçuşurken bunu yapması zor.

Öte yandan, Athena’nın kendi editörüne, yayın dünyasının en önemli isimlerinden biri olan, onu “karanlıktan alıp gün ışığına çıkaran” ve yapmaya çalıştığı şeyi “yazarlık tekniği açısından noktası noktasına anlayan” Marlena Ng’ye ne kadar bayıldığını anlatmasını izlerken o kötücül kıskançlığı da hissetmiyor değilim. Athena’nın onu Disney’den fırlamış bir orman hayvanına benzeten abes bir gürlük ve uzunluktaki kirpiklerle çevrili kahverengi gözlerine bakıp düşünüyorum, Sen olmak nasıl bir şey acaba? İmkânsız ölçüde mükemmel olmak, dünyadaki her güzel şeye sahip olmak nasıl bir his? Belki kokteyller yüzünden, belki de yazarlara özgü aşırı faal hayal gücümden, midemde ateş gibi bir burulma hissediyorum, parmaklarımı Athena’nın dut kırmızısına boyanmış dudakları arasından ağzına sokup yüzünü cart diye yırtasım geliyor, derisini portakal soyar gibi vücudundan tertemiz soyup kendi üstüme geçirmek gibi acayip bir isteğe kapılıyorum.

“Yani işte, dilimden anlıyor, kelimelerimle sevişiyor sanki. Zihin seksi gibi.” Athena kıkırdıyor, sonra bütün sevimliliğiyle yüzünü buruşturuyor. Parmaklarımı burnuna sokmamak için kendimi zor tutuyorum. “Revizyon süreci sana da editörünle sevişmek gibi gelmiyor mu? Hani böyle birlikte kocaman, edebi bir bebek yapıyormuşsunuz gibi hissetmiyor musun?”

….

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

  • Kategori(ler) Roman (Yabancı)
  • Kitap AdıSarı Yüz
  • Sayfa Sayısı304
  • YazarR. F. Kuang
  • ISBN9786052655634
  • Boyutlar, Kapak13.5 x 21 cm, Karton Kapak
  • Yayıneviİthaki Yayınları / 2025

Yazarın Diğer Kitapları

  1. Babil ~ R. F. KuangBabil

    Babil

    R. F. Kuang

    Son yılların en çok ses getiren romanlarından Babil şimdi Türkçede! #1 NEW YORK TIMES ÇOKSATANI NEBULA EN İYİ ROMAN ÖDÜLÜ LOCUS EN İYİ FANTASTİK...

Bebhome Kahve

Aynı Kategoriden

  1. Saplantı ~ Laura LippmanSaplantı

    Saplantı

    Laura Lippman

    Senin fotoğrafındı… Bir dergide gördüm… Tabii ki olgunlaşmışsın. Yine de, seni nerede görsem tanırım. Sakin bir hayat yaşayan Eliza Benedict’in dünyası Walter Bowman’dan gelen...

  2. İngiliz Müziği ~ Peter Ackroydİngiliz Müziği

    İngiliz Müziği

    Peter Ackroyd

    İngiliz Müziği bir müzik tarihi kitabı değil: Şimdi’yi anlamak için Geçmiş’e yapılan bir yolculuğun romanı. Geçmiş ve gelecek, yeni ve eski, yaşanmış ve hayali...

  3. Bu Defteri Kimse Okumasın ~ Jessica Scott KerrinBu Defteri Kimse Okumasın

    Bu Defteri Kimse Okumasın

    Jessica Scott Kerrin

    Geçmişin gölgeleriyle, altı kaynayan üstü donan bir ada ülkesine yolculuk! Jessica Scott Kerrin’in imzasını taşıyan Bu Defteri Kimse Okumasın, “Ateş ve Buz Ülkesi” olarak anılan...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur