John Smith Geçirdiği ağır kazadan lanetli bir güçle uyanır. Geleceği görme yeteneğine sahip olmuştur. Ve insanlığı bekleyen korkunç kaderi görür…
John Smith paten kaymayı seven sıradan bir çocuktur. Bir gün paten sahasında geçirdiği küçük bir kaza hafif bir beyin sarsıntısına neden olur. John bu olayın üzerinde durmaz ve olağan yaşamına devam eder. Ama artık hiçbir şey eskisi gibi değildir. Farkında olmadığı bazı değişiklikler olmuş, önsezileri ve bazı duyguları gelişmiştir.
Yıllar sonra John bir kaza daha geçirir ve yaşamındaki bazı ayrıntılar belirginleşmeye başlar. Artık kimsenin duymadığı, bilmediği ve hissetmediği her şey onunla arkadaş olmuştur.
Korku ve gerilim yaratmakta bir fenomen olan Stephen King’le hiç kimse rekabet edemez.
***
Üniversiteyi bitirdiği sıralarda, John Smith 1953 yılının Ocağında bir gün buzda kayıp düştüğünü çoktan unutmuştu. Aslında ortaokulu bitirdiği sıralarda da bu olayı pek anımsamıyordu. Anne ve babasınınsa zaten bundan hiç haberleri olmamıştı.
Durham’da Runaround Gölü üzerinde buz pateni yapıyorlardı. Daha büyükçe çocuklar patates küfelerinden yaptıkları kalelerle buz hokeyi oynuyorlar, küçüklerse ayak bileklerini bir içe bir dışa kıvırıp sıfır altı soğuk havada ağızlarından kesik kesik puflamalarla buhar çıkararak paten kaymasını öğrenmeye çalışıyorlardı. Temizlenmiş buz alanının bir köşesinde iki lastik tekerlek tüte tüte yanıyor, birkaç aile de yakınlarda oturmuş, çocuklarını izliyorlardı. Kar taşıtları dönemi daha çok uzaklarda olduğundan, kış eğlenceleri için yakıt gerektiren motorlardan çok bedensel hareketlerden yararlanılıyordu.
Johnny patenlerini omzuna atmış, göl kıyısına çok yakın olan evinden yürüyerek gelmişti. Daha altı yaşında olmasına karşın iyi kayıyor denebilirdi. Büyük çocukların hokeyine katılacak denli iyi değildi, ama ikide bir popo üstü düşen ya da denge sağlamak için kollarını sağa sola sallayan yaşıtlarının çevresinde halkalar çizebilecek durumdaydı.
Temizlenmiş alanın kıyılarında ağır ağır kayarken, içinde Timmy Benedix gibi geri geri kayabilmek için büyük bir istek duyuyordu. Altındaki buzun çatırdayan sesi, ötede hokey oynayan çocukların bağrışmaları, köprünün üstünden geçen kamyonun gürültüsü ve çevredeki yetişkinlerin mırıltı halinde gelen konuşmaları işitiliyordu. O soğukça kış günü Johnny yaşamından hoşnuttu. Hiçbir eksiği yoktu, hiçbir şeyi dert etmiyordu, istediği hiçbir şey yoktu… Timmy Benedix gibi geri geri kayabilmekten başka.
Yanan tekerlerin yanından geçerken, büyüklerden birkaç kişinin ellerinde bir içki şişesinin dolaştığını farketti.
«Ondan bana da verin biraz!» diye bağırdı Chuck Spier’e.
Chuck güldü. «Hadi oradan bacaksız, bak, annen çağırıyor seni.»
Altı yaşındaki Johnny Smith ağzı kulaklarında, kaymaya devam etti. Paten alanının yola bakan tarafından geçerken Timmy Benedix’in geldiğini gördü, babası da arkasındaydı.
«Timmy!» diye bağırdı. «Bak! Yapıyorum!»
Döndü ve çekine çekine geri kaymaya başladı. Farkında olmadan hokey oynanan alana doğru gidiyordu.
«Hey, küçük!» diye bağırdı biri. «Oradan çekil!»
Johnny işitmedi. Yapıyordu artık! Geri geri kayıyordu! Tekniğini bulmuştu, hem de birdenbire. Bütün iş bacakların hafifçe sallanması…
Mutluluğun sarhoşluğuyla başını eğdi ve bacakları nasıl duruyor diye baktı.
Hokey diski yanından vızıldayarak geçerken görmedi. Büyük çocuklardan biri, diğerlerine göre acemi sayılabilecek bir patenci, yüzünü yere çevirmiş hiçbir şey görmeden diski kovalıyordu.
Chuck Spier ne olacağını görür gibi oldu. Ayağa kalkıp bağırdı. «Johnny! Dikkat et!»
Johnny başını kaldırdı ve tam o sırada acemi patenci bütün hızı ve seksen kiloluk gövdesiyle Johnny’e çarptı.
Kolları açık olarak havaya uçtu Johnny. Hemen sonra başı buza çarptı ve her şey karardı.
Karanlık… kara buz… karanlık… kara buz… kara. Kapkara.
Bayıldığını söylediler. Ama onun tek bildiği şey, kafasının içinde yinelenen o garip sözcükler ve gözünü açtığı anda tepesinde çember olmuş yüzlerdi: Korkmuş hokey oyuncuları, kaygılı gözlerle bakan yetişkinler, merakla bakan küçükler, sırıtan Timmy Benedix… Chuck Spier onu kollarına almıştı.
Kara buz. Kara.
«Johnny… iyi misin?» diye sordu Chuck. «Bayağı kötü düştün.»
«Kara,» dedi Johnny hırıldayarak. «Kara buz. Dikkat et, Chuck.»
Chuck korkulu gözlerle çevresine bakındı, sonra yeniden Johnny’e döndü. Çocuğun alnında giderek irileşen yumruğa dokundu.
«Özür dilerim,» dedi acemi hokeyci. «Görmedim bile. Küçükler hokey alanından uzak durmak zorundadır. Kurallar böyle.» Destek aramak için kuşkulu gözlerle çevresine bakındı.
«Johnny?» dedi Chuck. Johnny’nin bakışları hiç hoşuna gitmemişti. Karanlıktı bu bakışlar, soğuk ve uzaklardan bakıyor gibiydi, «iyi misin?»
Johnny, «Dikkat et,» dedi ne dediğini bilmeden, aklında yalnız buz… kara buz. «Patlama. Asit.»
Chuck, «Doktora götürsek mi acaba?» diye sordu Bili Gend- ron’a. «Ne söylediğinin farkında değil.»
Bili, «Biraz kendine gelsin, bekle,» dedi.
Kendine gelmesi için biraz beklediler ve Johnny gerçekten kendine geldi. «Bir şeyim yok,» diye geveledi. «Kalkayım.» Timmy Benedix hâlâ sırıtıyordu. Tanrı belasını versin! Johnny, Timmy’e bir ders vermesi gerektiğini düşündü. Haftasonu olmadan Timmy’nin çevresinde halkalar çizecek duruma gelebilirdi… hem öne doğru, hem geri geri.
Chuck, «Gel bakalım, şu ateşin yanında otur hele biraz,» dedi. «Çok kötü düştün.»
Ateşin yanına taşıdıkları sırada Johnny bir şey demedi. Eriyen lastiğin keskin kokusu midesini bulandırır gibi olmuştu. Başı da ağrıyordu. Sol gözünün üstündeki yumruyu merakla yokladı. Sanki bir kilometre uzuyordu.
Bill, «Kim olduğunu filan anımsıyor musun?» diye sordu.
«Tabii. Tabii, anımsıyorum. Bir şeyim yok.»
«Annen baban kim?»
«Herb ve Vera. Herb ve Vera Smith.»
Bill’ie Chuck bir an bakıştılar, sonra omuz silktiler.
Chuck, «Sanırım bir şeyi yok,» dedi ve sonra üçüncü kez, «Ama gerçekten bayağı kötü düştü, değil mi? Vay be!» diye yineledi.
Bili, «Çocuklar böyle işte,» dedi el ele kayan ikiz kızlarına bakarak. Sonra yeniden Johnny’e döndü. «Yetişkin biri olsaydı belki de ölürdü.»
Chuck, «Tabii, taş kafalı biri değilse,» diye karşılık verdi ve ikisi de gülmeye başladılar. İçki şişesi yeniden elden ele dolaştı.
On dakika geçmeden Johny yine buza çıkmıştı. Baş ağrısı geçmişti, alnındaki mor yumruysa tuhaf bir marka simgesi gibi duruyordu. Eve vardığında geri geri kayabilmenin sevinci içinde düşüp bayıldığını unutmuştu bile.
Vera Smith, «Tanrım!» dedi onu görür görmez. «Nasıl oldu bu?»
«Düştüm,» dedi Johnny ve domates çorbasını höpürdeterek içmeye koyuldu.
«İyi misin, John?» dedi annesi elini hafifçe yumruya değdirerek.
«Tabii, anne.» Gerçekten de öyleydi, birkaç ay boyunca arasıra gördüğü kötü düşler sayılmazsa… kötü düşler ve bir de gündüzün durup dururken uyuma eğilimi. Kötü düşler son bulduğu anda uyuklama durumu da birden kesilmişti.
Hiçbir şeyi yoktu.
Şubat ortasında bir gün Chuck Spier ‘48 model Desoto’su- nun aküsünün bitmiş olduğunu gördü. Kamyonetindeki aküyü söküp otomobiline takmak istedi. Tam işini bitirmek üzereyken akü patladı, içindeki asitle birlikte parçacıklar Chuck’un yüzüne fışkırdı. Bir gözünü yitirmişti. Vera’ya göre iki gözünü birden yitirmemesi Tanrı’nın bir lütfuydu. Johnny bunun korkunç bir felaket olduğunu düşündü ve kazadan bir hafta sonra babasıyla birlikte Chuck’ı ziyarete gittiler. Koskoca Chuck’ı hastane yatağında bitmiş ve ufalmış görmek Johnny’i çok sarsmıştı. O gece düşünde, hastane yatağında yatanın kendisi olduğunu gördü.
Bunu izleyen yıllarda Johnny’nin önsezileri olmuştu: Radyoda diskcokeyin hangi plağı çalacağını bilmek gibi şeyler… ama bunları hiçbir zaman buzda geçirdiği kazayla bağdaştırmamıştı. Kazayı unutmuştu çoktan.
Önsezileri de öyle pek önemli konularda olmamıştı ve dikkatini çekecek denli sık değildi. O panayırın ve maskenin olduğu geceye dek de önemli bir şey olmamıştı. İkinci kaza öncesine dek.
Daha sonraları bunu sık sık düşündü.
İkinci kazadan önce Şans Tekerinde olan şeyi.
Kendi çocukluğundan anımsaması gereken bir uyarı gibi.
1955 yazının o sıcak gününde gezgin satıcı, Nebraska ve lowa eyaletlerini bir baştan bir başa, yorulmak nedir bilmeden aşıyordu. Altındaki ‘53 model Mercury o güne dek yetmiş bin mil yapmıştı. Satıcı iriyarı bir adamdı, ama yüzü hâlâ Orta Batının mısırla beslenmiş çiftlik delikanlılarını akla getiriyordu. 1955 yılının o yazında, Omaha’da ev boyama işinde iflas ettikten dört ay sonra Greg Stilson henüz yirmi iki yaşındaydı.
Mercury’nin bagajı ve arka koltuğu karton kutularla doluydu. Karton kutuların içiyse kitaplarla. Kitapların çoğu İncil’di. Çeşitli biçimlerde ve boyutlarda. İşte her eve gerekli bir kitap, Amerikan Doğru Yol İncili, uçak tutkalıyla ciltlenmiş, on altı renkli tablo, yalnızca 1 dolar 69 sent, üstelik dağılma olasılığına karşı on ay garantili… Dar gelirliler için de cep kitabı biçiminde Amerikan Doğru Yol İncili vardı, altmış beş sente. Bunda renkli resimliler yoktu, ama İsa Peygamberin kutsal sözleri kırmızı renklerle basılmıştı. Kesesi dolu olanlar içinse, lüks tip Amerikan Doğru Yol İncili vardı; 19 dolar 95 sente, beyaz taklit deriyle ciltli, yirmi dört tane renkli tablo, ortasında doğum, evlenme ve ölümleri not etmek için bir bölümle birlikte dağılmayacağına iki yıl garanti veriyordu. Ayrıca bir karton dolusu, cep kitabı vardı. «Amerikan Doğruluk Yolu: Devletimizi Yıkmak İsteyen Komünist-Yahudi İhaneti.»
Greg bu kitabı incirlerin tümünden daha çok satmıştı. Kitapta Rothschild’lerin, Roosvelt’lerin ve Greenblatt’lerin Amerikan ekonomisini ve devletini nasıl ele geçirdikleri yazıyordu. Yahudilerin nasıl Komünist-Marksist-Leninist-Troçkist eksene doğrudan bağlı bulunduklarını, dolayısıyla nasıl İsa düşmanı olduklarını açıklayan grafikler bile vardı…
Washington’da komünist avı dönemi henüz kapanmamış, Orta Batıda Joe McCarthy’nin yıldızı daha sönmemişti. Komünizm hakkında bu önyargıların yanısıra, Greg Stillson’un dolaştığı kırsal alanlarda dünyayı Yahudilerin yönettiği yolunda sarsılmaz bir görüş egemendi.
Gezgin satıcı şimdi lowa eyaletinde, Ames’in yirmi mil batısında bir çiftlik yönüne sapıyordu. Uzaktan bakınca her yanı kapalı görünen ev terkedilmiş gibiydi. Her ne kadar pancurlar ve ağıl kapıları kapalıysa da, bir gidip bakmadan emin olunamazdı. Bu iş anlayışı annesiyle birlikte iki yıl önce Omaha’dan Oklahoma’ya taşındığından bu yana Greg Stillson’a çok şey kazandırmıştı. Ev boyama işi aslında o denli kötü sayılmazdı, ama kimse darılmasın, ağzındaki İsa Peygamber tadını biraz olsun giderebilmesi için bunu da yapması gerekliydi.
Otomobilin kapısını açıp tozlar içindeki yola ayak bastığı anda, ağılın kapısında kulakları gerilmiş, iri bir çiftlik köpeği belirdi. Durmaksızın havlamaya başladı. «Gel kuçu kuçu,» dedi Greg, en tatlı ve etkileyici sesiyle. Yirmi iki yaşına karşın sesi daha şimdiden eğitim görmüş bir büyücünün sesi gibiydi.
Ama kuçu kuçu Greg’in sesindeki dostluğu dikkate almadı. Üstüne üstüne gelirken, gezgin satıcıyı öğlen yemeği yapmak için oldukça kararlı görünüyordu. Greg otomobilin içine girip kapıyı kapadı ve iki kez kornasını öttürdü. Her yerinden akan ter beyaz ceketinin koltuk altlarında koyu gri lekeler yapmış, sırtındaysa dallanmakta olan bir ağaç biçiminde yayılmıştı. Yeniden korna çaldı ama karşılık gelmedi. Ailece otomobillerine binip kente inmiş olmalılar, diye düşündü.
Greg gülümsedi.
Vitesi geriye alıp anayola çıkacağı yerde arka koltuğa uzanıp filit tabancasını çıkardı ama içinde filit yerine amonyak vardı.
Greg dudaklarındaki gülücükle birlikte otomobilden çıktı. Poposunun üstüne oturmuş olan köpek onu görür görmez ayaklanıp hırlaya hırlaya yeniden üstüne gelmeye başladı.
Greg yine, «Haydi, gel kuçu kuçu,» dedi tatlı sesiyle. «Gel bak sana ne vereceğim. Gel de al.» Küçük krallar gibi şişinen bu çiftlik köpeklerinden nefret ederdi. Onlara baktın mı az çok sahiplerini de tanımış olurdun.
«Bok herifler,» diye homurdandı. Ama hâlâ gülümsüyordu. «Haydi, kuçu kuçu, gel buraya.»
Köpek geldi. Üstüne atlamak için gerindi. Ağılda bir inek mölerken hafif bir esintiyle mısır tarlalarından bir hışırtı yükseldi. Köpek sıçradığı anda Greg’in yüzündeki gülümseme değişti ve ekşimiş bir hal aldı. Filitin kolunu bastınr bastırmaz keskin bir amonyak bulutu doğruca köpeğin gözlerine ve burnuna doldu.
Hayvanın öfkeli havlamaları yerini kısa, acı dolu seslere bıraktı, az sonraysa amonyak etkisini gösterince inleyen bir ulumaya dönüştü. Köpek kuyruğunu bacaklarına sıkıştırmış, korkusuz bekçi özelliğini yitirmişti.
Greg Stillson’un suratı asıldı. Gözleri çirkin birer çizgi olmuştu. Hemen öne atılıp köpeğin kıçına ayağındaki postallarla müthiş bir tekme indirdi. Köpek inledi, sonra can havliyle döndü ve ağıla kaçıp saklanacağı yerde, kendisine bu acıyı verene karşı savaş durumu aldı. Böylece ölüm fermanını kendisi vermiş oluyordu.
Hırlayarak kör bir atılım yaptı, Greg’in beyaz keten pantolonunun sağ paçasına dişlerini geçirip yırttı.
«Seni orospu çocuğu!» diye bağıran Greg büyük bir öfkeyle köpeğe korkunç bir tekme daha attı; bu kez hayvan tozların içine yuvarlandı. Arkasını bırakmayıp homurdana homurdana yanına gitti ve hayvanı bir daha tekmeledi. Artık gözleri sulanmış, burnu cayır cayır yanan, bir kaburgası kırılmış olan köpek, bu çılgın heriften gelecek tehlikeyi anlamış ama iş işten geçmişti.
Greg Stillson tozlu çiftlik bahçesi içinde soluk soluğa, sövgüler yağdırarak köpeği kovaladı. Çığlık çığlığa kaçışan köpek tozlar içinde kendini sürükleyemeyecek duruma gelinceye dek tekmeledi onu. Hayvanın altı yerinden kan çıkıyordu. Ölmek üzereydi.
«Beni ısırmayacaktın,» diye tısladı Greg. «Anladın mı? Anlıyor musun? Beni ısırmayacaktın, adi köpek. Kimse benim yolumu kesemez. Tamam mı?» Kana bulanmış postalıyla köpeğe bir tekme daha indirdi, hayvan buna yalnızca boğuk bir iniltiyle karşılık verebildi. Fazla zevk vermemişti son tekme. Greg’in başı ağrımaya başladı. Güneşten olmalıydı. Sıcak güneşin altında köpek kovalamaktan. Bayılmadığına şükretmeliydi.
Şöyle bir gözlerini yumdu, hızla soluyor, kısa saçlarının arasından çıkan ter gözyaşları gibi yüzünden boşanıyordu. Her yanı kırıklar içindeki köpek ayaklan dibinde ölmek üzereydi.
Başı ağrıyordu.
Bazen çıldırıyor muyum, diye düşündüğü oluyordu. Şimdiki gibi. Önce yalnızca köpeğe biraz amonyak püskürtüp ağıla kaçırmayı tasarlamıştı, sonra da evin kapısına gidip bir kart bırakacaktı. Daha sonra gelip satışını yapabilirdi. Ama şimdi? Herhalde tutup kartını bırakacak değildi artık.
Gözlerini açtı. Köpek kanlar içinde, kesik kesik soluyarak ayaklarının dibinde yatıyordu. Greg Stillson başını eğip baktığında hayvan onun postalını yaladı, yenilgisini gösterir gibi. Sonra da ölmeye devam etti.
«Pantolonumu yırtmayacaktın,» dedi köpeğe. «Bana beş dolara patlayacak bu, adi köpek.»
Bir an önce buralardan gitmeliydi. Çiftçi, karısı ve altı çocuğu kentten gelip sevgili köpeklerini hain satıcının ayakları dibinde ölürken görürlerse bu hiç de iyi olmazdı. İşini kaybedebilirdi. Amerikan Doğruluk Yolu Şirketi, Hıristiyanların köpeklerini öldüren bir satıcıyı çalıştırmazdı.
Sinirli sinirli gülerek, Mercury’sine gitti, içine girip hemen anayola çıktı. Az sonra hızla oradan uzaklaşıyordu.
Kesin olan bir şey varsa, o da işini kaybetmek istemediğiydi. Henüz erkendi… Şirketin bildiği kazancından başka, Greg onların bilmediği bir iki dolap çevirerek fena para kazanmıyordu. Yo, kazancı iyiydi doğrusu. Ayrıca böyle dolaşmak sayesinde bir sürü insanla… bir sürü kızla tanışabiliyordu. İyi bir yaşamdı, ancak…
Ancak bu ona yetmiyordu.
Başı zonklaya zonklaya yola devam etti. Evet, yetinmiyordu. Orta Batıda dolaşıp İncil satmaktan ve komisyon formlarında kalem oynatıp fazladan iki dolar koparmaktan daha büyük işler için yaratıldığına inanıyordu. Ne için yaratıldığını da iyi biliyordu…
Büyük işler için.
Evet, buna kuşku yoktu. Birkaç hafta önce samanlığa bir kız atmıştı. Kızın annesiyle babası Davenport’a tavuk satmaya gitmiş, kız da ona bir limonata içip içmeyeceğini sormuştu. Laf lafı açmış, sonra kıza sahip olmuştu. Daha sonra konuşurken kız nedense ona bir papaz gibi seviştiğini söylemişti. Greg de tokadı basmıştı, neden yaptığını bilmeden, tokadı basıp çekip gitmişti.
Öyle mi olmuştu? Pek değil.
Aslında kıza en azından üç dört tokat atmıştı. Ta ki, kız çığlıklar atıp imdat isteyinceye dek. Greg de nasılsa o zaman durabilmiş, Tanrının kendisine verdiği tüm çekici niteliği son damlasına dek kullanarak kızı yatıştırmıştı. O zaman da yine böyle başı ağrıyor, gözleri kararıyordu. Kendi kendine bunun sıcaktan olduğunu kabul ettirmeye çalıştı, ama başını ağrıtan tek şey sıcak değildi. Köpek paçasını yırttığı zaman da içinde duyduğu o karanlık ve çılgınca bir duygu…
«Kaçık değilim,» diye bağırdı arabanın içinde. Penceresini açıp yaz sıcağını, toz, mısır ve gübre kokusu dolu havayı soludu. Sonra radyoyu açtı, Patti Page’in güzel bir şarkısı çalıyordu. Baş ağrısı biraz geçer gibi oldu.
Her şey kendini kontrol etmeye bağlıydı… ve sabıka almaya. Bunları sağladın mı, kimse sana dokunamazdı. Bu iki işde giderek daha başarılı oluyordu. Artık düşlerinde babası karşısına dikilip, «Bir boka yaramazsın! Beş para etmezsin, maraz serseri!» demiyordu.
Bu düşleri artık görmüyordu, çünkü babasının sözleri artık doğru değildi. Hiç de maraz sayılmazdı şimdi. Evet, belki çocukken sık sık hasta olurdu ve çelimsizdi, ama zamanla boy atıp gelişmişti; şimdi de annesine bakıyordu.
Ama babası ölmüştü. Babası bu günü göremiyordu. Babasına sözlerini geri aldırtamıyordu, çünkü yıllar önce bir iş kazasında ölmüştü adam. Greg onu mezarından çıkarıp suratına haykırmak isterdi. Yanıldın baba, benim hakkımda yanılmıştın! Sonra da sıkı bir tekme.
Tıpkı köpeğe vurduğu gibi.
Baş ağrısı yeniden başlıyordu.
«Kaçık değilim,» dedi bir kez daha, kısık bir sesle. Annesi ona sık sık büyük işler için yaratılmış olduğunu söylerdi, Greg de buna inanmıştı. Bütün iş, kendini biraz kollamasına, kızı tokatladığı ve köpeği tekmelediği gibi durumlarda biraz kendini kontrol etmesine ve sabıka kaydı olmamasına bağlıydı.
Onu bekleyen büyük işler her neyse, karşısına çıktığı zaman öğrenecekti. Bundan hiç kuşkusu yoktu.
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Çağdaş Dünya Edebiyatı Edebiyat Fantastik Roman (Yabancı)
- Kitap AdıÇağrı
- Sayfa Sayısı430
- YazarStephen King
- ISBN9789754059649
- Boyutlar, Kapak14 x 20 cm, Karton Kapak
- YayıneviAltın Kitaplar / 2000
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Loudun Şeytanları ~ Aldous Huxley
Loudun Şeytanları
Aldous Huxley
Hem edebiyata hem de felsefeye büyük katkılar sağlayan, başta Cesur Yeni Dünya, Algı Kapıları ve Ada olmak üzere yazdığı elli kadar kitapla yalnızca çağını...
- Kendine Yalan Söyleme ~ Jane Feather
Kendine Yalan Söyleme
Jane Feather
New York Times çok satan yazarı Jane Feather, Blackwater Gelinleri serisinin bu ilk kitabıyla Georgian döneminde geçen tutku dolu bir hikâyeye imza atıyor. Blackwater...
- Uyandığında ~ Hillary Jordan
Uyandığında
Hillary Jordan
Uyandığında, yakın bir gelecekte, din devleti haline gelmiş bir ABD’de geçiyor. Suç işleyenlerin ten renklerinin, vücutlarına verilen bir virüsle değişime uğratıldığı ve bu kişilerin...