Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Maça Kızı
Maça Kızı

Maça Kızı

Meral Gaspıralı, Stephen King

Stephen King‘in ilk romanı “Göz” 1974’de yayınlandıktan bir yıl sonra Amerika son askeri birliklerini de Vietnam’dan çekti. O günlerin savaş ve savaş karşıtı protesto…

Stephen King‘in ilk romanı “Göz” 1974’de yayınlandıktan bir yıl sonra Amerika son askeri birliklerini de Vietnam’dan çekti. O günlerin savaş ve savaş karşıtı protesto gösterilerinin görüntüleri on yıl boyunca TV ekranlarından silinmedi.
Birbirine bağlı öykülerden oluşan King’in son romanı “Maça Kızı” 1960’la 1999 yılları arasını kapsamaktadır. Her öykünün temelinde altmışlı yılların ve Vietnam Savaşı’nın derin izleri yatmaktadır.
Kitaba adını veren öykü bir grup kolej öğrencisinin tutkuyla bağlandıkları kağıt oyunu sayesinde savaşı kendilerince protesto etme yolunu keşfetmelerini ve hepsinin kalplerinin karanlık yüzündeki kötülükle yüzleşerek, içlerinde uyumakta olan canavarın çığlıklarını kahkahalarla bastırışını anlatmaktadır.

***

SARI GİYSİLİ

ALÇAK ADAMLAR

I. BİR ÇOCUKLA ANNESİ. BOBBY’NİN DOĞUM GÜNÜ. YENİ KİRACI. ZAMAN VE YABANCILAR HAKKINDA.

Bobby Garfield’in babası yirmili yaşlarında saçları dökülmeye başlayan, kırk beşine gelince de kafası kaskavlak olan adamlardandı. Randall otuz altı yaşında bir kalp krizi sonucunda ölüp bu akıbete uğramaktan kurtulmuştu. Emlakçıydı ve bir başkasının mutfak taşlarının üstünde son nefesini vermişti. Bobby’nin babası dünya değiştirirken müstakbel alıcı oturma odasında, kesik bir telefonun başında ambulans çağırmaya çalışıyordu. Bobby o tarihte üç yaşındaydı. Onu gıdıklayan, sonra da yanaklarından ve alnından öpen bir adamı hayal meyal hatırlayacaktı. O adamın babası olduğundan neredeyse emindi. Randall Garfield’in mezar taşının üstünde ÇOK ÖZLENİYOR diye yazılıydı, ama Bobby’nin annesi hiç de birini özlüyor gibi görünmüyordu.
Bobby’nin kendisine gelince, insan doğru dürüst hatırlayamadığı birini nasıl özlerdi?

Bobby babasının ölümünden sekiz yıl sonra Harwich kentinin Western Oto Galerisi’nin camekânında gördüğü Schwinn’e körkütük âşık oldu. Annesine aklına gelen her şekilde Schwinn’i istediğini ima etti, sonunda da bir gece sinemadan çıkışlarında yürüyerek evlerine dönerlerken onu annesine gösterdi. (Film Merdivenin Tepesindeki Karanlık’tı. Çocuk filmi pek anlamamış, ama yine de hoşlanmış. Dorothy McGuire’ın kendini bir koltuğa atıp uzun bacaklarını gösterdiği bölüm özellikle hoşuna gitmişti.) Mağazanın önünden geçerlerken Bobby laf arasında camekândaki bisikletin şanslı bir çocuk için ideal bir on birinci yaş günü armağanı olabileceğini belirtmişti.

Annesi, “Onu aklına bile getirme,” dedi. “Doğum günün için sana bisiklet alacak param yok. Biliyorsun, baban bize yüklü bir miras bırakmış sayılmaz.”

Randall, Truman başkanken öldüğü, şimdiyse Eisenhower’in başkanlığının sekizinci yılı olduğu halde, “Baban bize yüklü bir miras bırakmış sayılmaz,” cümlesi, bir doların üstünde harcama gerektirecek bir şey önerdiği zaman Bobby’nin annesinden aldığı neredeyse değişmez karşılıktı. Adamcağız, sanki ölmüş değil de kaçmış gibi, bu karşılığa genellikle sitem dolu bir bakış eşlik etmekteydi.

Doğum günü için bir bisiklet yoktu. Eve yürürlerken Bobby somurtkan bir yüzle bunu düşünüyordu. Gördükleri karışık konulu filmin çocuğa duyurduğu zevk uçup gitmişti. Annesiyle tartışmayı ya da onu tatlı sözlerle kandırmayı düşünmedi bile -böylesi Liz Garfield’in karşı saldırısına yol açardı, Liz Garfield ise bir karşı saldırıda bulunursa tutsak almazdı- ama bu, Bobby’nin bisikleti… ve kaybettiği babasını… acı acı düşünmesine engel olmadı. Bazen babasından neredeyse nefret ediyordu. Bazen onu bundan alıkoyan sadece annesinin bunu istediğini hissetmesiydi.

Commonwealth Parkı’na varıp buranın yan duvarını izledikleri sırada (iki blok ilerde evlerinin bulunduğu sol yandaki Broad Sokağı’na sapacaklardı) her zamanki korkusunu yenerek Randall Garfield hakkında bir soru sordu.

“Babam hiç mi bir şey bırakmadı, anne? Hiç mi bir şey bırakmadı?” Bir iki hafta önce okuduğu Nancy Drew’nun bir polisiye romanında, yoksul bir çocuğa kalan miras terk edilmiş bir köşkteki eski bir saatin arkasında gizliydi. Bobby babasının bir yerlere altın paralar veya değerli pullar gizlediğine inandığı yoktu, ama bir şey bırakmış olsaydı, onu belki Bridgeport’ta satabilirlerdi. Belki rehinci dükkânlarından birine. Bobby bir şeylerin nasıl rehin bırakıldığını bilmese de söz konusu dükkânların neye benzediğini biliyordu; önlerinde altın renkli üç top asılıydı ve rehinci dükkânlarındaki adamların onlara seve seve yardım edeceklerine emindi.

Bu, tabii sadece bir çocuğun düşüydü, ama sokağın öbür ucundaki Carol Gerber’in donanmada olan babasının denizaşırı ülkelerden yolladığı bir bebek koleksiyonu vardı. Babalar bir şeyler verdiklerine göre, bazen de bir şeyler bırakmaları akla yakın değil miydi?
Bobby bu soruyu sorduğu sırada, Commonwealth Parkı’nın yanındaki sokak lambalarından birinin altından geçmekteydiler. Çocuk, ölmüş babası hakkında bir soru sorduğunda her zaman olduğu gibi annesinin ağzının şekil değiştirdiğini gördü. Bu değişiklik ona sahibi olduğu bir keseyi hatırlattı, kordonlarını çektiğinizde kesenin ağzı gitgide ufalıyordu.

Broad Sokağı yokuşunu tırmanmaya başladıkları sırada annesi, “Babanın ne bıraktığını sana söyleyeyim,” dedi. Bobby soruyu sorduğuna şimdi bin pişmandı, ama artık çok geçti. Annesi bir kere ağzını açıp konuşmaya başladı mı, onu artık susturamazdınız. “Bir hayat sigortası poliçesi bırakacaktı, ancak primleri ödenmediği için ölümünden bir yıl önce hükmü kalmamıştı. Benim bundan haberim yoktu ve başta cenazeci olmak üzere herkes elimde olmayan paradan payını isteyince ister istemez durumu öğrendim. Ayrıca bıraktığı koca bir deste ödenmemiş faturaları ödemekse yine bana düştü.

İnsanlar, özellikle de Bay Biderman durumumu büyük bir anlayışla karşıladı, bunun aksini iddia etmek haksızlık olur.”
Anlattıklarının tümü eski bir hikâyeydi, sıkıcı ve bir o kadar da acı… Ne var ki, sonra Broad Sokağı yokuşunun ortalarındaki apartmana yaklaştıkları sırada annesi Bobby’ye yeni bir şey söyledi. “Baban,” dedi. “Bir defa olsun hoşlanmadığı bir floş çıkarmamıştır.”
“Floş nedir, anne?”
“Boş ver. Ama sana şu kadarını söyleyeyim, Bobby. Sakın seni para için iskambil oynarken yakalamayayım. Bu belayı bütün ömrüme yetecek kadar yaşadım ben.”
Bobby daha fazlasını öğrenmek istiyorsa da sormama akıllılığını gösterdi. Yeni sorular sorması annesinin yeni bir tirada başlamasına neden olurdu. Mutsuz karı ve kocaları anlatan filmin birden annesini, kendisinin anlayamadığı biçimde sinirlendirmiş olabileceği aklına geldi. Pazartesi günü okulda arkadaşı John Sullivan’a floşları soracaktı. Bobby bu terimin pokerle ilgisi olduğunu düşünüyor, ama emin olamıyordu.

Oturdukları apartmana yaklaşırlarken annesi, “Bridgeport’ta insanın parasını yutan yerler vardır,” dedi. “Bazı sersemler oralara giderler. Sersem erkekler her şeyi berbat eder, sonra da pisliklerini temizlemek zavallı kadınlara düşer. Evet…”
Bobby bundan sonrasını biliyordu. Annesinin favori konularından biriydi.
Liz Garfield bir yandan anahtarı çıkarıp Connecticut’un Harwich kentindeki Broad Sokağı’nın 149 numaralı kapısını açmaya hazırlanırken, “Hayat adil değil,” dedi.

1960 yılının nisan ayıydı. Havada ilkbahar kokusu vardı. Liz’in yanında da ölen babasının kızıl saçlarına sahip sıska bir erkek çocuk duruyordu. Liz’in oğlunu nadiren okşadığı zamanlarda çocuğun hemen hiç saçlarına el sürmüyor, genellikle koluna veya yanağına dokunuyordu.
“Hayat adil değil,” diye tekrar etti. Kapıyı açtı ve içeri girdiler.

Annesine bir prenses gibi davranılmadığı gerçekti, kocasının daha henüz otuz altı yaşındayken boş bir evin yer muşambasının üstünde can vermesi de her şeye tuz biber ekmişti, ama Bobby bazen durumun daha da beter olabileceğini düşünüyordu. Örneğin, çocuk iki üç hatta dört tane olabilirdi.
Annesi ikisini geçindirmek için ya gerçekten zorlu bir işte çalışmak zorunda kalsaydı? Sully’nin annesi kent merkezindeki Tip-Top ekmek fırınında çalışıyor, fırınları yakmak zorunda olduğu haftalarda Sully-John’la iki ağabeyi annelerini neredeyse hiç görmüyorlardı.Bobby ayrıca saat üç düdüğü çaldığı zaman Peerless Ayakkabı Şirketi’nden sıra sıra çıkan kadınları da görmüştü. (Kendisi iki buçukta okuldan çıkıyordu.) O kadınların hepsi fazla zayıf ya da şişko görünüyordu. Yüzleri renksiz denecek kadar soluktu, parmaklarında da iğrenç bir bayat kan renginde lekeler dikkati çekiyordu. Önlerine bakarak yürüyorlar, iş ayakkabılarıyla pantolonlarını market poşetlerinin içinde taşıyorlardı. Geçen sonbaharda Bobby, Bayan Gerber, Carol ve küçük Ian’la (Carol’un Sümüklü Ian dediği çocuk) kilise fuarına gittiği zaman kent dışında yerden elma toplayan erkeklerle kadınlar görmüştü. Onların kim olduğunu sorduğunda Bayan Gerber göçmen olduklarını söylemişti tıpkı sürekli hareket halinde olan ve olgunlaşmış her türlü ekini mideye indiren bazı kuşlara benziyorlardı.

Bobby’nin annesi de onlardan biri olabilirdi, ama değildi.

O sadece Home Town Emlak Şirketi’nde Bay Donald Biderman’ın sekreteriydi. Bobby’nin babası da kalp krizi geçirdiği sıralarda aynı şirket hesabına çalışıyordu.Bobby, Donald Biderman, Randall’dan hoşlandığı ve tek çocukla dul kalmış olan kadına acıdığı için annesinin o işi elde ettiğini düşünmüştü önce. Ama Liz işinde iyiydi ve sıkı çalışıyordu. Çoğu kez geç saatlere kadar işinin başında kalıyordu. Bobby bir iki kez annesi ve Bay Biderman’la beraber olmuştu. Bunların içinde en iyi anıları şirketin pikniğine aitti. Ama bir başka gün de Bobby’nin okul avlusundaki bir oyun sırasında dişi kırıldığında Bay Biderman anne oğulu arabasıyla Bridgeport’taki dişçiye götürmüştü. İki yetişkinin birbirlerine nasıl.baktıkları bu arada çocuğun dikkatinden kaçmamıştı. Bay Biderman bazen gece vakti telefon ediyor, Bobby’nin annesi bu görüşmeler sırasında ona, “Don,” diyordu. Ancak, “Don,” yaşlıydı, Bobby’nin de onu fazla önemsediği yoktu.

Ofisteki günlerinde (ve akşamlarında) annesinin ne yaptığından Bobby emin değildi, emin olduğu tek şey; bunun ayakkabı yapmak, elma toplamak veya sabahın dört buçuğunda Tip-Top ekmekçisinin fırınlarını yakmakla uzaktan yakından bir ilgisinin olmadığıydı. Ama annesine bazı şeyleri sormak bela aramaktan başka bir şey olmazdı. Örneğin, Sears’den biri ipekli olmak üzere üç yeni elbiseyi alabildiği halde, Western Oto’nun vitrinindeki Schwinn için (rengi kırmızı ve doreydi, ona sadece bakmakla bile duyduğu özlemden Bobby’nin midesine kramp giriyordu) nasıl olup da aylığı 11.50 dolardan üç taksidi ödeyemiyordu. Bu gibi şeyleri Bobby’nin annesine sorarsanız başınız gerçekten derde girerdi.

Bobby de sormuyordu. Sonunda, bisikletin parasını kendisi kazanmaya karar verdi. Bunun için sonbahara, hatta kışa kadar bile çalışması gerekebilirdi, o model belki de o zamana kadar Western Oto’nun vitrininden kaybolurdu, ama çocuk buna rağmen gayret edecekti. Durmadan uğraşmak, büyük çaba göstermek lazımdı. Hayat kolay hele adil hiç değildi.

Bobby’nin on birinci yaş günü nisanın sonuncu salı gününe rastladı. Annesi o gün ona gümüş folyoya sarılı yassı bir küçük paket verdi. Pakedin içinden turuncu renkte bir kütüphane kartı çıktı. Bir yetişkin kütüphane kartı. Güle güle Nancy Drew, Hardy Kardeşler ve donanmadan Don Winslow. Öbürlerine ise Merdivenin Tepesindeki Karanlık türünden gizemli, karmaşık ve ihtiras dolu tüm öykülere merhaba. Kule odalarındaki kanlı hançerler de cabası. (Nancy Drew ile Hardy Kardeşlerle ilgili öykülerde de esrarlı olaylar ve kule odaları, ama pek az kan vardı, ihtiras ise hiç yoktu.)

Annesi, “Başvuru masasındaki Bayan Kelton’un dostum olduğunu unutma,” dedi. Her zamanki uyarı sesiyle konuşsa da oğlunun sevindiğini görüyordu ve bundan memnundu. “Ama Peyton Place ya da King’s Row gibi açık saçık bir kitabı almaya kalkışırsan bundan haberimin olacağını unutma,” diye ekledi.
Bobby gülümsedi. Annesinin doğru söylediğini biliyordu.
“Masada öbür memur, yani Bayan İşgüzar varsa ve senden turuncu kartı nereden bulduğunu sorarsa, ona kartın öbür yüzüne bakmasını söylersin. İmzamın yukarsında yazılı iznim var.”
“Teşekkür ederim, anne. İyi etmişsin.”

Liz gülümsedi, sonra oğlunun yanağına dudaklarını hafifçe dokundurdu. Göz açıp kapayana kadar biten kuru bir öpücük. “Sevinmen hoşuma gitti,” dedi. “Eve eğer erken dönebilirsem, bir midye ve dondurma ziyafeti için Colony’ye gideriz. Yalnız, pastan için hafta sonunu beklemek zorundasın; o zamana kadar sana pasta yapmak için hiç vaktim olmayacak. Haydi, şimdi paltonu giy ve fırla, çocuk. Yoksa okula geç kalacaksın.”

Merdiveni birlikte inip kapının önüne çıktılar. Kaldırımın kenarında bir taksi vardı. Poplin ceketli bir adam yolcu tarafının penceresinden içeri eğilmiş, taksi ücretini ödüyordu. Arkasında küçük bir bagaj yığını vardı: bavullar ve saplı kâğıt poşetler.

Liz, “Bu, üçüncü kattaki odayı kiralayan adam olmalı,” dedi. Dudaklarını yine büzmüştü. Üst basamakta duruyor, taksi şoförüyle işini bitirmekte olan adamın kendilerine doğru uzanmış sıska kabaetlerini inceliyordu. “Eşyalarını kâğıt torbalarda taşıyan insanlara güvenmem,” diye devam etti. “Eşyasını kağıt torbalarda taşıyan biri benim için ancak pasaklı diye nitelendirilebilir.”

Bobby, “Adamın bavulları da var,” dese de annesi, yeni kiracının üç küçük çantasının dikkate bile alınmayacağını belirtti. Bir kere uyumlu değillerdi; üstelik öfkeli birisi tarafından tâ California’dan tekmelenerek buraya getirilmiş izlenimi uyandırıyorlardı.

Bobby ile annesi asfalta indiler. Taksi uzaklaşmıştı. Poplin ceketli adam onlara doğru döndü. Bobby için insanlar üç kalabalık gruba ayrılıyordu: çocuklar, yetişkinler ve yaşlılar. Yaşlılar ak saçlı yetişkinlerdi. Yeni kiracı da bu gruptandı. Yüzü zayıf, bol çizgili ve yorgun görünüşlüydü. (Ama yalnız soluk mavi gözlerinin etrafında kırışıklar vardı.) Ak saçları bir bebeğinkiler kadar ince telliydi ve yaşlılık lekeleriyle kaplı bir alnın etrafında iyice seyrelmişti. Uzun boyu ve kamburlaşmış sırtı Bobby’ye WPIX’de cuma geceleri saat 11:30’da gösterilen korku filmlerindeki Boris Karloff’u hatırlatmıştı. Poplin ceketin altına onun için fazla büyük görünen ucuz bir işçi tulumu giymişti. Ayaklarında da aşınmış ucuz deri ayakkabılar vardı.

“Merhaba,” derken zoraki gülümsedi. “Adım Theodore Brautigan. Sanırım, bir süre burada yaşayacağım.”
Uzattığı ele Bobby’nin annesi belli belirsiz dokundu. “Benim de adım Elizabeth Garfield,” dedi. “Bu da oğlum Robert. Şimdi de kusurumuza bakmazsanız, Bay Brattigan…”

“Adım Brautigan, bayan, ama siz ve oğlunuz bana sadece Ted derseniz sevinirim.”
“Olur. Neyse, Robert okula geç kaldı, ben de işime. Tanıştığımıza sevindim, Bay Brattigan. Haydi acele et, Bobby. Tempus fugit.”

Genç kadın kente doğru yokuş aşağı yürümeye başladı. Bobby ise daha ağır adımlarla yokuş yukarı Asher Caddesi’ndeki Harwich İlkokulu’na doğru ilerlemeye koyuldu. Birkaç adım sonra durup arkasına baktı. Annesinin Bay Brautigan’a kaba davrandığını, dahası, kibirli bir insan izlenimi uyandırdığını düşünüyordu. Kibir ve kendini beğenmişlik küçük arkadaş çevresinde en büyük kusurdu. Carol kendini beğenmiş birinden nefret ederdi. Sully-John da öyle. Bay Brautigan şimdiye kadar yolu yarılamış olmalıydı, ama eğer aynı yerdeyse Bobby ona gülümsemek istiyordu. Adamcağız böylece Garfield ailesinin hiç değilse bir üyesinin kibirli olmadığını anlayacaktı.
Annesi de durmuş, arkasına bakıyordu. Aslında niyeti Bay Brautigan’a bakmak değildi. Böyle bir şey Bobby’nin aklının köşesinden bile geçmemişti. Uz, arkasına dönüp oğluna bakıyordu. Oğlunun arkasına döneceğini Bobby’den bile önce bilmişti. Çocuk her zamanki şen mizacına rağmen içinin karardığını hissetti. Annesi bazen Bobby daha onu kandıramadan Sarasota’nın karlı bir gün geçireceğini söylüyor, o da annesinin haklı olduğundan şüphe etmiyordu, insanın annesine bir şey yutturabilmesi için kaç yaşında olması gerekirdi? Yirmi mi? Otuz mu? Belki onun ihtiyarlamasını ve kafasının içindekilerin tavuk çorbasına dönmesini mi beklemek gerekirdi?

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

  • Kategori(ler) Roman (Yabancı)
  • Kitap AdıMaça Kızı
  • Sayfa Sayısı525
  • YazarStephen King
  • ÇevirmenMeral Gaspıralı
  • ISBN9752101321
  • Boyutlar, Kapak13,5x19,5, Karton Kapak
  • YayıneviAltın Kitaplar / 2000

Yazarın Diğer Kitapları

  1. Duma Adası ~ Stephen KingDuma Adası

    Duma Adası

    Stephen King

    Sevgiye dörtelle sarılma, yaratıcılığın tehlikeleri, hafızanın esrarı, doğaüstünün doğası… Stephen King bizlere büyüleyici olduğu kadar ürkütücü bir roman sunuyor. Kötü talihi Edgar Freemantle’yi inşaat...

  2. Sadist ~ Stephen KingSadist

    Sadist

    Stephen King

    “Alo? Burası Sidewinder Polis Karakolu. Ben Memur Humbugagy” “Beni dinleyin, Memur Humbugagy. Çok dikkatle dinleyin ve sözümü kesmeyin. Çünkü ne kadar zamanım olduğunu bilmiyorum....

  3. Karanlık Çökünce ~ Stephen KingKaranlık Çökünce

    Karanlık Çökünce

    Stephen King

    Stephen King, altı yıl önce yazdığı Karanlık Öyküler’den sonra okurlarına yepyeni bir öykü kitabı daha sunuyor. 2007 En İyi Kısa Amerikan Öyküleri Antolojisi’nin konuk...

Men-e-men Birazoku

Aynı Kategoriden

  1. Sonsuz Topraklar ~ Jorge AmadoSonsuz Topraklar

    Sonsuz Topraklar

    Jorge Amado

    Jorge Amado’nun doğup büyüdüğü Bahia’nın verimli topraklarının bağrı herkese açıktır: Yoksulluğa mahkûm tarım işçilerine yaşam güvencesi ve başlarını sokacakları bir yuva, ayrıcalıklı sınıflara ise...

  2. Büyük Umutlar ~ Charles DickensBüyük Umutlar

    Büyük Umutlar

    Charles Dickens

    Fakir bir çocuk olan Pip küçük yaşta anne ve babasını kaybetmiş, ablasıyla birlikte yaşamaktadır. Bir gün mezarlıkta kaçak bir mahkûmla karşılaşır ve ablasının mutfağından...

  3. Gecenin Şahidi ~ Kishwar DesaiGecenin Şahidi

    Gecenin Şahidi

    Kishwar Desai

    “Düşündürücü ve sarsıcı bir hikâye.” -The Guardian- “Müthiş!” -The Telegraph- “Bu sarsıcı çıkış karşısında hem heyecan duyduk hem de keyif aldık. Kitabındaki cesur ana...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur