Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Doğa Yürüyüşleri – Yazının Doğasına Dair Denemeler
Doğa Yürüyüşleri – Yazının Doğasına Dair Denemeler

Doğa Yürüyüşleri – Yazının Doğasına Dair Denemeler

Oylum Yılmaz

Eğer bir gün yazmaya karar verir ve yolunuzu yağmur ormanlarının derinliklerine düşürürseniz, tüm o belirsizlikler ve çeşitlilikler cangılının içinde karşınıza çıkacak mantarı yemekle kurtulacağınızı…

Eğer bir gün yazmaya karar verir ve yolunuzu yağmur ormanlarının derinliklerine düşürürseniz, tüm o belirsizlikler ve çeşitlilikler cangılının içinde karşınıza çıkacak mantarı yemekle kurtulacağınızı sanmamanızı isterim. Ölüm bir canavardır çünkü, hikâyesinin anlatılmasını isteyen bir canavar.

İngiliz kırlarından İstanbul’un Adalarına, Halikarnas Balıkçısı’nın Bodrum’undan Tolkien’ın Ortadünya’sına edebi bir yolculuğa çıkıyoruz Doğa Yürüyüşleri’nde. Oylum Yılmaz doğa, kadın ve yazarlık üçgeninde var olmanın dikenli yollarını, özgürlüğe ancak zorlayarak açılan kapıları, romanlarından bildiğimiz o güçlü üslubuyla kaleme alıyor.

“Bu kitaptaki denemelerde Oylum Yılmaz binlerce yıldır kaskatı sınırlarla belirlenmiş sosyal rollerinden sapma öneriyor okura. İyi denemelerin her zaman yaptığı şekilde, yeni düşüncelere açılıyor. Dâhiyane bir duruşla, sisteme karşı koyma planı sunuyor bize.”

— Asuman Kafaoğlu-Büke

Önsöz

Dini inançları kuvvetli olan teyzem köydeki evimize geldiğinde bahçeye bakarak, Tanrı’nın insanları çok sevdiğini, ayaklarımızın altına çiçekler serdiğini söylemişti. Her baharda bahçede gelincikler, papatyalar, ballıbabalar ve köyde Türkân Şoray’ın kirpikleri dedikleri meşe fiği çiçekleri açtığında aklıma teyzemin bu sözleri gelir. Doğa Yürüyüşleri’ni okurken de –ilahi bağlantısını kurmadan– kendimi bahçede o çok sevdiğim çiçekler arasında hissettim.

Aslında böyle bir kitap her sayfasında yeni bir gizem taşıyor ve önsözünde henüz kapalı duran ve ancak her okurun kendi başına açması gereken kapıları açmadan kitaptan söz etmek gerektiğini düşünüyorum. Yani kitabı anlatmak yerine, bende yarattığı duyguyu anlatacağım.

Yürümeye, maceraya, devinime övgü yapan metinler tarafından dışlandığımı hissederim genelde. Yürüyemeyen, gezemeyenler ne olacak diye sormak gelir aklıma. Doğa Yürüyüşleri’ni okumaya başlamadan yine bu sıkıntı vardı yüreğimde ama Oylum Yılmaz elimden tuttu ve inanılmaz güzel bir yolculuğa çıktık birlikte. Doğanın içinden geçen, metinlerin satırları arasında dolaşan, kâh Halikarnas Balıkçısı’nın cebinden çıkan tohumlar olduk, kâh Brontë kardeşlerin hırçın İngiliz kırlarının rüzgârı.

Kitaptaki dokuz bölüm boyunca ortak motifler içinde gezdik birlikte. Bazı yazarlar, okurlarını sever, onlara sahip çıkar. Her adımda yanındadır, düşmezsiniz metinden çünkü yazar kendi aldığı hazzı paylaşıyordur. Anlattıkça heyecanlanmış ve buna seni de dahil etmiştir. Birlikte düşünmenin, keşfetmenin keyfini yaşatır okura.

Ve her yolculuktan armağanla dönülür, daha önce sahip olmadığın yeni bir şey eklenir benliğine. Doğa Yürüyüşlerimizden bende bir düşünce kaldı: özgürlüğün ancak yalnızlıkla ulaşıldığı fikri. Böylesine yaşamsal ve temel bir düşünce olmasına rağmen, toplumsal rolleriyle kadın söz konusu olduğunda, özgürlük farklı bir boyut kazanır. Oylum Yılmaz’ın doğa ve kadın temasını ele aldığı her bölümde yeni bir engel çıkıyordu kadının karşısına. Doğa içinde kadının yeri nerede diye soruyoruz. Doğadan söz ederken kadını bahçe duvarları içinde, korunaklı bir doğa içinde mi düşünüyoruz? Romanlarda, kadın kahramanları gülleri budarken, saksıda yetiştirdiği çiçekleri sularken canlandırıyoruz. Masallarda ormana bırakılan prensesler de hemen korunaklı bir ortam buluyorlar kendilerine.

Akdeniz insanı doğayı güneşle, denizle bir tutar. İngiltere’nin denizi hırçın, güneşi cimridir ama buna rağmen Austen’in, Brontë’lerin romanlarında uzun yürüyüşlere çıkmayı âdet edinmiş kadın karakterler vardır. İngiliz taşrasını, kadının toplumsal konumunu ve kadınların doğayla kurdukları ilişkiyi en iyi onlardan öğreniriz. Evlerine gelen misafirlere yemekten sonra birlikte yürüyüş teklif edilir.

Şimdi bütün bu anlatılardaki bir sözcüğü değiştirsek, “doğa” yerine “vahşi doğa” desek, kadınla ilgili imgeler bir anda çöker. Vahşi doğa, erkeğin macerasıdır çünkü. Zerdüşt gibi tek başına bir dağda ya da Robinson gibi bir adada betimlenmez asla kadın kahraman; “kadının yalnız kalması sistemde bir sapmadır çünkü toplum kadını asla yalnız bırakmaz, kaderine terk eder belki ama onu rahat bırakmaz.” O zaman nasıl rahat etmeli kadın? Nasıl yalnızlığını bulmalı? Doğa içinde varlığını nasıl korumalı? İşte bu kitaptaki denemelerde Oylum Yılmaz binlerce yıldır kaskatı sınırlarla belirlenmiş sosyal rollerinden sapma öneriyor okura. İyi denemelerin her zaman yaptığı şekilde, yeni düşüncelere açılıyor. Dâhiyane bir duruşla, sisteme karşı koyma planı sunuyor bize.

Asuman Kafaoğlu-Büke

Doğa Yürüyüşleri
1

Meşe fısıltıları, Latife Tekin ve
çocukluk üzerine

Uyurken düşünceleri, uyandıktan sonra
bakışları derinleşiyordu.
Yoksa niye o kadar dalgın olacaktı ki?
Ormanda Ölüm Yokmuş, Latife Tekin

Bütün tanıdıklarımdan çok sizden hoşlanıyorum.
Buddenbrooklar, Thomas Mann

Bugün okulun ilk günü. Bu, kaşıktan ekmeğe akan bal yavaşlığında geçen, uzadıkça uzayan yaz günleri geride kaldı demek, kendi kendimle gün içinde birkaç saat baş başa kalabileceğim artık, demek… Oğlumun okulunun hemen yanından başlayan ve nehre doğru kıvrılarak genişleyen mütevazı meşe korusuna kırıyorum işte bu yüzden, bu sabah dümeni. Sabahın serinliğinde kısa ve kendimle baş başa bir orman yürüyüşü, diyorum, iyi gelecek. Ama neye? İnsan hep niyetlerle doludur ve masumane ifade ettiği, kendiyle ilgili kısacık bir orman gezintisinde bile ufak tefek kişisel hesapları muhakkak vardır. Benim de var elbette, aklım bu vakitler diplerine taze palamutlarını bırakan meşe ağaçlarının altını eşeleyip eteğime doldurduğum dal parçalarını, meşe palamudu şapkalarını, kopan ağaç kabuklarını evdeki minik elişi atölyeme götürmekte; üzerlerine kenarlarına minik bir yün topağı ya da ne bileyim bir cam parçası falan ekleyerek onlara kılık değiştirtmek hevesinde.

Koruya girer girmez önce her insan gibi başımı yukarı kaldırıp ağaç dallarının gökyüzüyle arama koyduğu mesafeyi tartmaya ve dalların içinden geçen rüzgârın sesine kulak vererek ormanı dinlemeye başlıyorum. Böyle söyleyince kulağa öyle geliyor ama aslında hiç romantik bir hareket değil bu yaptığım, çünkü avcı toplayıcı atalarımızdan kalan bir mirası yerine getiriyorum sadece. Ormana girer girmez kafamızı kaldırıp gökyüzüne bakmak ve seslere kulak kabartmak demek, kalıtımsal bir tetikte olma hali demek. Orman, insan için gerçek bir yuva değil, hiçbir zaman da olmadı, bunu iliklerimize kadar biliyoruz. Yine de bir meşe korusunda tanıdık bir ev hissi, sıcak bir yuva hayali bulmak çok kolay. Bu hissi paleolitik çağda meşe kovuğunda yaşayan, kovuktan çıktıktan sonra da evini yine meşe ağacından yapan atalarımıza borçluyuz büyük ihtimalle. Bir de binlerce yıldır birbirimize anlattığımız mitolojik hikâyelere… Eski Yunan mitolojisinde meşe Zeus’un kutsal ağacı kabul edilirmiş ve kâhinler rüzgârda meşe ağacının yapraklarından çıkan seslere göre geleceği tahmin ederlermiş. Prometheus’un da düşünmesi, aydınlanması ve yaşaması için insanlığa armağan ettiği ateş, meşe ağacından bir odunla yanarmış.

Peki onca ağaç içinde neden meşe diye soruyorum kendime. Neden Zeus’un kutsal ağacı o olmuş? Zeytin değil, incir değil; meyvesi eğer kıtlık zamanında değilseniz yenmez bile… Öyleyse niye? Tam 65 milyon yıldır dünya gezegeninin misafirleri meşe ağaçları. Bu, dünya üzerinde yaşayan canlı türlerine bakıldığında türsel bir rekor denebilir, ömürleri bin yıl sürebiliyor, anavatanları ise Anadolu. Yani büyük ihtimalle bu coğrafyada yaşayanların ilk evleriydi meşeler ve Anadolu’dan gelip geçen insan toplulukları bunu pekâlâ biliyordu. Geçtiğimiz son iki üç yüzyıl öncesine kadar günlük hayatında ona enerji verecek şekeri meyveler haricinde karşılayamıyordu insan. Buna çare olarak da şarabı keşfetmişti. Bugün içtiklerimize pek benzemeyen, sulandırılarak içilen şarap, meşeden fıçılar içinde yapılıyordu. Yani meşe hem ev hem de hayatın devamlılığını sağlayan güç, enerji demekti Antik Yunan için. O yüzdendir ki, kutsaldı. Bir de evet, fısıldardı; gücü, dayanıklılığı bir yana, bin yıllık bir ömre sahip bu canlı zamanın da sahibiydi. Şairler, kâhinler, dünyaya bakıp neden diye soranlar, bilirdi. Bu fısıltılarda, o olağanüstü şekle sahip yaprakların çıtırtılarında bir esin vardı. Peki, dedim kendime elime bir dal alıp, bırak şimdi erkeğe benzeyen tanrıların kutsiyetlerini falan da edebiyatçılar birer ağaç olsaydı eğer içlerinden hangisi meşe olurdu sence? Elbette masallarda istenmediği için ormanlara atılan kadınları bilen biri diye düşündüm. “Yalnızca cadılarda ağaçların karanlığında gezinecek yürek vardır” diye yazan biri.

Latife Tekin, Ormanda Ölüm Yokmuş’un bir yerinde şöyle yazıyor: “İnsanın içinde dünya ötesi bir şeye dönüşmek isteyen bir tohum var. Özlem ya da ümit dediğimiz şey gerçekte bundan kaynaklanıyor. İnsanın bilmeden beklediği nedir aslında, bu tohumu çatlatacak güçte bir ışığın gelip kendine çarpması.” Bu sözleri, telefonumdaki kitabı açıp, arayıp bulup bir daha okurken bir aydınlama ışığı da gelip bana çarpıyor. İçimden, biliyordu diyorum, insanın en azından artık ormana ait olma, doğanın içinde kendiliğinden bir “şey” olma ümidinin kalmadığını. Ümit o ormanda yalnız ve tek bir tohum gibi köksüz sapsız dururken kendi çapında evrensel bir çarpışmayı beklemek, insandan çıkmak, insandan, insanlığından kurtulmak demek. Latife Tekin ilhamıyla gelen bu küçük aydınlanmayla, öyleyse diyorum, Latife Tekin bir erkek tanrının kutsal meşe ağacı değil ama kâhinlerin ve büyücülerin ve cadıların gelecekten haberler almak için kulak kabarttıkları meşe fısıltıları olabilir pekâlâ.

Peki bu meşe fısıltıları neler söylüyordu bize? 80’li yıllardan itibaren kadın özgürleşmesini merkeze alan ve dünyanın kurtuluşu umudunu materyalist bir kavrayışın ötesine taşıyan son derece politik bir yazın evreni kurup sürdü önümüze Latife Tekin. Ormanda Ölüm Yokmuş, Unutma Bahçesi ve Muinar’la derin doğa kazılarına girişen metinleri Sürüklenme ve Manves City’de gerçekçi ve distopik ve kahredici bir sona hazırlıyordu bizleri; insana bakan, evren ve insanlık adına ona üzülen ama yine de insandan yana hem duygusal hem de mantıksal bir kopuşu işaret ediyordu. Toplum bir yozlaşma, kültür ikiyüzlü bir çöküş ve varoluşun manası ise bir çocuğun elinden kopup giden uçurtma misali, hiçliğe karışan bir anlamsızlıktı. Tekin’in yarattığı edebi evrende kahramanlar yoktu hiç, yoksullar, kadınlar, çocuklar, toplumun ötekileştirdiği kim, ne varsa, onlardı bu evrenin sahipleri ya da konukları. Bağırmayan, fısıldayanlar, kazanmayan hep kaybeden, bir kaybın peşine düşüp hayatını yaşamak yerine hep damla damla kaybedenler vardı. Onları yazıyordu Tekin. Yoksulları anlatmıyor, yoksulluğun dilini inşa ediyordu bu evrende, doğaya ya da geçmişe dair turistik ya da nostaljik diyebileceğimiz önermeler kurmak yerine ne geçmişe ne doğaya dönebileceğimizin bilincini parlatıyor, insanlığın büyük hikâyesinin altını oyuyordu. Altını oyduğu bir şey daha vardı üstelik, dünya edebiyatının yücelttiği “o büyük muhteşem evrensel roman”ın da karşısında duruyordu inatla. Kurduğu dil roman tekniğinin ötesine geçip şiirle, bilinç dışıyla, rüyalarla buluşmayı arzuluyordu. Anlamın ötesinde bir yerde buluşma teklif ediyordu okuruna. Hatta anlamanın da ötesinde bir teklif. Peki bu gerçekten mümkün olabilir mi? İnsanın kültürel tarihi boyunca yarattığı tüm duygusal, anlamsal kodları bir hikâye dizilimi içinde eşsiz bir şekilde kurgulayan ve biz edebiyat okurları ile yazarlarının neredeyse taptığı o muhteşem roman sanatına karşı yine roman yazarak duran bu tavrın okuru anlamın ötesine çekme şansı var mıydı, olmuş muydu? Bakışlarımı ormana ilk girdiğim anda yaptığım gibi yukarıya, rüzgârda birbirine değmeden neredeyse kibirli diyebileceğim bir ağırlıkla hafif hafif salınan meşelerin uç dallarına çeviriyorum. Postmodern romanda bile inatla anlamın, mantıksal akışın, kurmacanın kurmaca olmamaya en çok yaklaştığı anın peşine düşen, buna neredeyse tapan bir okur yaşıyor benim de içimde. Ama imgenin peşinde koşan ve romana neredeyse savaş açan bir yazar ve dil dünyası neden bu kadar çok heyecanlandırıyor yine de beni, bizleri?

İngiltere’de yaşı 400’ün üzerinde olan anıt meşe ağaçlarından üç bin üç yüz tane olduğu biliniyor. Bu tüm Avrupa’da var olan anıt meşelerin toplamından da yüksek bir sayı. Bunu kraliyet ormanlarının buralarda sadece kraliyet üyeleri avlanabilsin diye halkın avlanmasına kapatılması ve ağaç kesmenin yasak olmasına, yani dolaylı olarak İngilizlerin sona erdirmemekte keçi gibi inat ettiği monarşiye borçluyuz. Borç lafı kraliyetle birleşince kulak tırmalıyor elbette biliyorum ama bir anıt meşe demek sadece onun üzerinde ve etrafında yaşayan iki binden fazla canlı demek. Mantarlar, likenler, böcek ve kuş türleri demek. Ve hatta sadece meşe ağacında, onun varlığında yaşayan yaklaşık 300 vahşi yaşam türü, organizma… Tek bir yaşlı meşe binlerce canlıya hem hayat veriyor hem onlara yuva oluyor. Yani sebeplerin ve borçların hiçbir insani önemi kalmıyor. İmge de böyle diye düşünüyorum, insani olanın, tüm sebeplerin ve sonuçların ötesinde bir yerde bizi bekliyor. İnsanlığımıza hem çok yaklaştığımız hem de ondan tamamen çıktığımız bir an, romana hem çok yaklaştığımız hem de teknik olarak ondan tamamen uzaklaştığımız bir an. O ana kavuşmak mümkün mü? Bu Latife Tekin’in okurlarıyla kendisi arasında kişisel bir mesele şüphesiz. Belki içlerinden bazıları bu ana çok yaklaştıklarını ve büyülendiklerini söyleyecekler, bazıları da belki sıkıntıdan patladıklarını. Ama bütün bunlar bir yana, hatırladıkça unuttuğumuz, dokunduğumuzda tuzla buz olan rüyalar gibi romancı ve onun imgelemi orada beklemektedir bizi. Latife Tekin büyük dramlara, patlamalara falan yüz vermez hem. “Böyledir hayatın sonu, bir patlamayla değil, iç çekişledir” diyebilecek güçtedir.

Ah ama bugün gerçekten şanslı günüm, şimdi de bir meşenin dibine kesilip bırakılmış devasa bir ağaç gövdesine rastgeliyorum, bu, orman içinde kendine ait birkaç metrekarelik bir habitat demek, sincapların düşen ağaç dibine sakladıkları bir sürü palamut, kendiliğinden kopan ağaç kabukları ve üzerinde rahatlıkla uzanılacak öylesine, kendiliğinden bir bank demek. Elime bir dal alıp toprağı eşelemeye başlıyorum, meşe palamudunun şapkasına kadeh deniyor, tam tahmin ettiğim gibi dolu boş pek çok kadeh var ağacın dibinde, bu kadehler evde kendi ellerimle keçeden yaptığım minik perilerimin ve cadılarımın büyü kâseleri olacaklar, şuradaki ağaç kabukları da onların minyatür balkabaklarının kaideleri… Hiçbir zaman tek bir yerde çok fazla oyalanmıyor, ağaç diplerini eşelemeyi, çalılardan yemiş toplamayı abartmamaya çalışıyorum, çünkü doğanın hesabı içinde benim gibi başıboş gezen ve türlü niyetlerle aniden ortaya çıkan bir ya da birkaç insanın gündelik hırslarını tahmin etmek var, biliyorum. Bunu da hesap ederek yaşıyor, çalışıyor ve var oluyor, yani bizi sözün kısası idare ediyor, ama bir yere kadar diyorum hep kendi kendime, kadehin illaki dibini görme, abartma. Ormandan bulduklarımı başka bir şeye dönüştürmenin değeri benim için ölçülemez, ama iş ormanın içinde kendiliğinden bir “şey” olmaya, hiçbir şey yapmadan durmaya gelince değişiyor işte. Yollarımız orada ayrılıyor meşelerle, ben hemen insan oluveriyorum; amaçları, hayalleri, hesapları, niyetleri olan o dümdüz “insan.” Ve tam bu kopuş anında, Tekin’in okumaya henüz başladığım son romanı Zamansız’ına kayıyor aklım. Hazır ormanın hâlâ içinde ve hücrelerime ulaşan oksijen her zamankinin iki misliyken, yani aklım bir su damlası kadar berrakken, bu romanda birbirine âşık olan iki vahşi hayvanın kokularını ve seslerini duyduğumdan emin oluyorum. Bu sesler ve kokular bana bir yazarın dilden çıkıp imgeye, insandan çıkıp hayvana, yetişkinlikten çıkıp çocukluğa varabileceğini kanıtlıyor. Bir gün gelip de, tıpkı Latife Tekin’e benzer şekilde varlığımı bir elbise gibi üzerimden çıkarıp edebiyatın eline tutuşturuvereceğimi…

Sanki dağdan kopup göle yuvarlanan bir taşın sivri ucuyla yaralandım göğsümden, beni sonsuza dek acıtacakmışsın gibi titreyip gıcırdadı kamışlar, sazlığın rüzgârıyla tepelerin ardına çekildi dolunay.

– Kayaların çıtırtısı çınlamasıyla

– Bükülen suyun sarhoş edici girdabıyla

– Ben sızlarken sen de sızla, aynı anda kapansın gözlerimiz

Sızlayarak ürperiyorum zaten, yeter sus artık! Ah o koku, o uçucu yağ, bakışıma işleyen çiy damlası, su sümbülü! Elini sokup utanılası sayıklamalarla açtığın ağzımda parmaklarının dayanılmaz lezzeti kalmış, bir teklifim var sana, kurduğun hikâyeden yola çıkarak ne yaşadığımızı anlayınca terk edelim bu gölü Gelinciğim, unutalım sazlığın hışırtısını.

Kolay değil öyle düşündüğün kadar bu, dişlerim tadını sayıklıyor hâlâ, kurtulmak istiyorsan öp beni, bir daha kaybolalım önce, şiirsiz unutamayız yaşadığımız o ıssız kavuşmayı, ağız ağıza geçişi, dilin yutuluşunu; teklifin buysa şiirimizin bir adı olmalı sevgilim, Kan ve Diş.

Korudaki en büyük meşenin altında durup düşünüyorum. Zamansız’dan aldığım bu pasajda aklıma yazılan iki şey var. “Kurduğun hikâyeden yola çıkarak ne yaşadığımızı anlayınca terk edelim bu gölü” diyen yılanbalığı, romanın da anlatıcısı olan kahramanımız, bana kalırsa bir tür bilinçli oluştan kaçışı arzuluyor olmalı. İnsanın şehirden ve kendinden kaçıp doğaya sığınamayacağını çok iyi biliyor çünkü Tekin. Dolayısıyla doğanın da, kendi hayvani ve insani doğasının da ötesine geçmek istiyor. Diğer yandan şiir uçup duruyor metnin içinde, “şiirsiz unutamayız…”, “şiirimizin bir adı olmalı sevgilim.” Yadırgatıcı bir durum değil Tekin romanı için elbette bu. Gecekondu evinin çatısında oturmuş şehre şiirler yazıp atan Dirmit’ten, “Ah hayatım hiç benim olmadın” diyen Gece Dersleri’nin Gülfidan’ından (ki Tekin için Gece Dersleri kısacık bir romanın uzun şiiridir zaten) çıkıp Zamansız’ın şiirli gölüne düşen uzun bir edebi yol bu. Bu yolda, arayış içinde yaşayan ve yazıp duran bir kadından aşkla, tutkuyla kıvranan vahşi bir yılanbalığına dönüşen bir bilinç, romandan şiire, dilden sese geçen bir metinsel düzlem var. Hikâyeden, bilinçten ve dilden koptukça da hayvanlaşmak, bitkileşmek, çocuklaşmak var:

Sısssssss-sss fırıl- fırıl -fırızzz fır, kamışlar mı tutuştu, ne oluyor? Alev sesi bu sanki.

– Kayalar oynadı yerinden, hayır, ezilen otların sesi, toprak kayıyor.

– Bu şırıltı ne peki?

– Sakin ol sevgilim, her şey yolunda, su derinliklerimize gömülüyor, göğsümüzde çatlak buldu, ruhumuza çekiliyor, orta kalbimize inen suyun sesi o.

Zaman daraldı, kaldığım yerden çocuklaşmayı, dilden kopmayı hayal ederek yürümeye devam ediyorum ama evin, işlerin, gündelik hayatın çağrısı dolduruyor artık daha çok kulaklarımı, meşe fısıltılarını duymaz oluyorum gitgide. Ormandan çıkmak için adımlarımı sıklaştırıyorum iyice. Meşe korusunun bittiği açıklığa geldiğimde bir an arkama bakmadan dikiliyorum olduğum yerde öylece “sevgilim, sevgilim” diye seslenen tatlı bir iç çekiş duyduğumu zannediyorum. Birkaç meşe palamudu düşüyor patır patır yere, benim için bir uyarı olabilir mi diye düşünüyorum. Hiç kıpırdamadan, buraya akşam herkes yattıktan sonra gelmeyi, bu tatlı ama tehlikeli seslenişe cevap vermeyi kuruyorum. Kan ve Diş! Sevgilisini yiyen dişiyi, bilinci paramparça eden hikâyeyi, dili yok eden şiiri… Korkuyla ürperiyorum. Ama açıklığı geçip eve giden sokağa dönerken “Yalnızca cadılarda ağaçların karanlığında gezinecek yürek vardır” diyorum kendi kendime.

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

  • Kategori(ler) Deneme
  • Kitap AdıDoğa Yürüyüşleri - Yazının Doğasına Dair Denemeler
  • Sayfa Sayısı136
  • YazarOylum Yılmaz
  • ISBN9786255941237
  • Boyutlar, Kapak13.5 x 19.5 cm, Karton Kapak
  • YayıneviDoğan Kitap / 2025

Yazarın Diğer Kitapları

  1. Cadı ~ Oylum YılmazCadı

    Cadı

    Oylum Yılmaz

    “Kötü dediler bana, kötü kötü kötü… İçimde nasıl bir prenses vardı oysa, böyle saçları sırma, gözleri menekşeli, kıpır kıpır kirpikleri kaşlarına değen, danteller işleyen...

  2. Ağaçların Rüyası ~ Oylum YılmazAğaçların Rüyası

    Ağaçların Rüyası

    Oylum Yılmaz

    Çünkü arkadaşlığı aşktan ayıran incecik bir çizgi vardı. Bunu senden öğrenmiştim. İnsan ne kadar severse sevsin aşkın hep ötekisi olarak kalıyordu. Aşk hayran olunan...

  3. Gerçek Hayat ~ Oylum YılmazGerçek Hayat

    Gerçek Hayat

    Oylum Yılmaz

    Zaman içini çekti sanki. Ve kendinden daha fazlasını dışına çıkardı. Çukurcuma büyüdü genişledi, sokakları sokaklara bağlandı, sokaklara bakan evlerin kapılarından pencerelerinden yüzlerce, binlerce kadınsı...

Men-e-men Birazoku

Aynı Kategoriden

  1. Pis Moruğun Notları ~ Charles BukowskiPis Moruğun Notları

    Pis Moruğun Notları

    Charles Bukowski

    sarhoştum. odama doğru yürüdüm. dolunay vardı. New Orleans’da. bir süre yürdüm ve yaşlar akmaya başladı. ay ışığında bir gözyaşı seli. sonra kesildi, yaşların yüzümde...

  2. Hindistan’a Dair ~ Halide Edib AdıvarHindistan’a Dair

    Hindistan’a Dair

    Halide Edib Adıvar

    “Evvel zaman içinde, ahir zaman içinde…Bu başlangıç bugünkü Hindistan’a çok yaraşıyor, çünkü içinde Einstein’ın izafiyet nazariyesini hatırlatan bir şey var. Bir vaka en eski...

  3. Ve İnsan Aldandı ~ Mustafa Sabri BeşerVe İnsan Aldandı

    Ve İnsan Aldandı

    Mustafa Sabri Beşer

    Makamı ve adı ne olursa olsun aldanışı her çağda pek az farkla süregelen insanın, bu noktadaki acziyet tahlilini yapmak elbette bir kitapla mümkün olmayacaktı....

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur