Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Dünya Sonu Savaşı
Dünya Sonu Savaşı

Dünya Sonu Savaşı

Mario Vargas Llosa

On dokuzuncu yüzyıl Brezilya’sının derinliklerinde Canudos adlı bir yer vardır; dünyanın bütün lanetlilerinin; hayat kadınları, dilenciler, haydutlar ve her tür paryanın evidir burası. Tarih…

On dokuzuncu yüzyıl Brezilya’sının derinliklerinde Canudos adlı bir yer vardır; dünyanın bütün lanetlilerinin; hayat kadınları, dilenciler, haydutlar ve her tür paryanın evidir burası. Tarih ve medeniyetin tamamen yok edildiği bu bölge paradan, vergiden, evlilik kurumundan, nüfus sayımından muaftır.

Bu yanıyla devrimci ruhun en saf hali için bir kazan, gerçek anlamda özgürlükçü bir cennetin potansiyelini taşıyan ve Brezilya hükümetinin ne olursa olsun yok etmeye ant içtiği bir eyalettir.Belki de en iddialı ve trajik olan bu romanında Mario Vargas Llosa, Canudos’u gerçeklerden yola çıkarak yorumluyor. Toplum ile iktidar arasındaki sonu gelmez ve dehşet verici savaşın her iki tarafına da ışık düşürüyor. Böylece Latin Amerika’nın devrimci geçmişini; tutku, şiddet ve fanatizmle birlikte gelen yıkımı anlatan unutulmaz bir roman çıkıyor ortaya. “Büyük ölçekte bir modern trajedi… Dökülen kan gibi karanlık.”Salman Rushdie“Büyüleyici olmayan tek bir sayfası yok… Vargas Llosa bilhassa savaşın yarattığı kargaşayı ve kavrayış yetersizliğiyle şaşkına dönen tarafları gözler önüne serebilmiş.”The Sunday Telegraphh

Önsöz

Eğer 1971’de Os Sertões adlı kitabı beni Canudos Savaşı’ndan, trajik bir kişilikten ve Latin Amerika’nın en büyük anlatıcılarından birinden haberdar eden Euclides da Cunha olmasaydı bu kitap yazılamazdı. Embriyon hali olarak nitelenebilecek –ve çekim aşamasına hiçbir zaman geçemeyen– bir film senaryosundan yola çıkarak sekiz yıl sonra yazmayı bitirdim. Bu roman bana, Londra ve Washington’ın kütüphanelerinde, Rio de Janeiro’nun ve Salvador’un tozlu arşivlerinde, Bahia ve Sergipe sertão’larındaki1 bunaltıcı yolculuklarda hayatımın en güzel ve en heyecan verici yazınsal maceralarından birini yaşattı. Efsaneye göre Vaiz’in vaaz verdiği bütün köyleri dostum Renato Ferraz’ın eşliğinde dolaştım ve oralardaki insanların, sanki toplar isyancıların kalesine doğru hâlâ gümbürdüyormuş ve üzerleri diken kaplı yapraksız ağaçlarla dolu bu çöllerde kıyamet her an kopabilirmiş gibi, Canudos hakkındaki ateşli tartışmalarını dinledim.

Tilkiler patikalarda bizi karşılamaya çıkıyordu ve yolumuzun üzerinde çıplaklarla, peygamberlerle ve Ortaçağ aşk hikâyelerini anlatan gezgin öykücülerle karşılaşıyorduk. Eskiden Canudos’un olduğu yerde şimdi yapay bir göl vardı ve bunun kıyılarında o korkunç muharebelerden kalma paslanmış silahlara ve cephanelere sıkça rastlanıyordu. Bu roman üzerinde çalışırken çok sayıda Bahia’lı bana yardım elini uzattı; onların arasından, Renato’nun dışında üç kişinin adını burada anmazsam nankörlük etmiş olurum: Antônio Celestino, José de Calazans ve Jorge Amado. Onu 1977’de, Cambridge, Churchill Colege’daki küçük bir apartman dairesinde yazmaya başladım ve 1980 sonlarında Wilson Center sayesinde bulunduğum– Washington DC’nin, etrafında şahinlerin uçtuğu ve balkonlarından Abraham Lincoln’ün Manassas Muharebesi’nde savaşan birlik askerlerine yüreklendirme konuşmasını yaptığı tarihî bir kulesinde tamamladım.

Mario Vargas Llosa
Londra, Haziran 2000

Öbür dünyada Euclides da Cunha’ya;
bu dünyadaysa, Nélida Piñon’a

“O Anti-Christo nasceu
Para o Brasil governar
Mas ahi está O Conselheiro
Para delle nos livrar.

BİR

I

UZUN BOYLU ADAM o kadar zayıftı ki hep profilden görünüyor gibiydi. Teni esmer, kemikleri çok belirgindi ve gözlerinde asla sönmeyecek bir ateş yanıyordu. Ayağındaki papaz sandaletleriyle üzerindeki mor tunik arada sırada sertão’daki köyleri ziyaret ederek çocukları toplu halde vaftiz eden ve birlikte yaşayan çiftleri evlendiren şu misyonerlerin kıyafetini andırıyordu. Yaşını, kökenini, hayat öyküsünü bilmek imkânsızdı ama sakin suratında, alçakgönüllü davranışlarında, sarsılmaz ciddiyetinde, vaaz vermeye başlamasından önce de insanları kendine çeken bir şey vardı. Belli sayıda haftanın, ayın ardından bir anda ortaya çıkıyordu; ilk başlarda tek başına, daima yaya olarak ve yolun tozuna bulanmış bir halde geliyordu. Köyün yegâne sokağında belli bir aceleyle, hızlı adımlarla yürürken uzun siluetinin ana hatları şafak vaktinin ya da yeni doğmuş güneşin ışığı altında beliriveriyordu. Çanlarını tıngırdatan keçilerin, köpeklerin ve ona yol açıp meraklı bakışlarla inceleyen çocukların arasından kararlılıkla ilerliyor, onu tanıyan, başlarıyla selamlayan ama selamlarına asla karşılık bulamayan kadınlar ona maşrapalarda keçi sütü ve tabaklarda manyok unu ve fasulye ikram etmek için birbirleriyle yarışıyorlardı.

Ama o, köyün kilisesine varmadan ve binanın yıkık, boyalarının dökük, kulelerinin çökük, duvarlarının delik deşik, zemin döşemesinin kalkık ve sunaklarının kurtlar tarafından kemirilmiş olduğunu bir kez daha, yüz birinci kez teyit etmeden ne bir şey yiyor ne de bir şey içiyordu. Yüzü, çocuklarını ve hayvanlarını kuraklığın katlettiği, her şeyini kaybetmiş, nereye olduğunu bilmeden kaçmış, kaçmak için evini ve ölülerinin kemiklerini terk etmek zorunda kalmış bir göçmeninkini andıran bir acıyla hüzünleniyordu. Bazen ağlıyordu ve bu ağlamalar sırasında gözlerinin kara ateşi yoğunlaşarak korkunç ışıltılar yayıyordu. Hemen akabinde dua etmeye koyuluyordu. Ama dua edişi diğer erkek ya da kadınlarınkinden çok farklıydı: Sunağın olduğu ya da eskiden bulunduğu ya da bulunması gereken yerin karşısında yüzükoyun yere, taşların ya da yerinden çıkmış karoların üzerine uzanıyor ve orada, bazen sessizce bazen yüksek sesle bir-iki saat boyunca, köy halkının saygı ve hayranlık dolu bakışları altında dua ediyordu.

Bildik “Göklerdeki Babamız” ve “Ave Maria” dualarının yanı sıra daha önce kimsenin duymadığı ama günler, aylar, yıllar geçtikçe insanların ezberleyeceği başka duaları da okuyordu. “Papaz nerede?” diye soruyordu, “Neden burada sürünün bir çobanı yok?” Zira köylerde papaz olmaması ona Tanrı’nın evinin yıkıntısı kadar acı veriyordu. Ancak evinin içinde bulunduğu durumdan ötürü İyi İsa’dan af dilemelerinin ardından yemeyi içmeyi kabul ediyordu: Kıtlık yıllarında bile köy halkının ikram etmek için birbiriyle yarıştığı yiyeceklerin en fazla tadına bakıyordu. Bir çatının altında, köylülerin kullanımına sundukları evlerin birinde uyuyarak kendini şımartıyordu ama ev sahibinin hamağına, divanına ya da döşeğine uzandığı çok nadir görülen bir şeydi. Herhangi bir battaniyeye falan ihtiyaç duymadan olduğu yere kıvrılıp kolunu, oltu taşı renginde dağınık saçlı kafasının altına yas­tık yapıyor ve bu şekilde birkaç saat uyuyordu.

Uyku süresi o kadar kısaydı ki en son uyumaya giden daima o olmasına rağmen hayvanları otlatmaya götüren en erkenci sığırtmaç ve çobanlar bile onu kilisenin duvarlarını ya da çatısını onarırken görüyordu. Vaazlarını günbatımında veriyordu; o saatte erkekler tarladan dönmüş, kadınlar gündelik ev işlerini bitirmiş ve çocuklar da çoktan uykuya dalmış oluyordu. Vaazlarını tüm sertão köylerinde, ana sokakların kesişme noktasında bulunan ve şayet bankları, kameriyeleri, bahçeleri olsa ya da bir zamanlar varken kuraklıklar, salgın hastalıklar ve bakımsızlığın yok ettiği o şeyler korunmuş olsa, meydan diye adlandırılabilecek şu ağaçsız, taşlık düzlüklerde veriyordu.

Vaazlarını, Kuzey Brezilya gökyüzünün kararıp yıldızlarla kaplanmadan önce beyaz, gri, mavimtırak bulut kümelerinin arasında alev alev yandığı ve ileride, yukarıda dünyanın enginliğinin üzerinde devasa bir havai fişek varmış gibi göründüğü o saatte veriyordu. Vaazlarını, böcekleri kovmak ve yemeği pişirmek için odun ateşlerinin yakıldığı, bunaltıcı nemin azalıp hastalıklara, açlığa ve yaşamın dertlerine göğüs germe yolunda insanlara moral aşılayan bir meltemin esmeye başladığı o saatte veriyordu. Etrafını saran insanların hiçbirine özel olarak bakmadan ya da daha doğru bir ifadeyle, akkor halindeki gözleriyle yaşlılar, kadınlar, erkekler ve çocuklar topluluğunun arasından ancak onun görebileceği bir şeye ya da birisine bakarak basit ama önemli şeylerden bahsediyordu. Söyledikleri herkesçe anlaşılıyordu zira bunlar her nasılsa zamanın başından beri bilinen ve insanın anasından emdiği sütle birlikte öğrendiği şeylerdi. Dünyanın Sonu ve Mahşer Günü gibi, belki de köy halkı daha yıkık şapeli ayağa kaldırmaya fırsat bulamadan gerçekleşebilecek güncel, somut, gündelik, kaçınılmaz şeyler. İyi İsa evinin böyle kaderine terk edildiğini görünce ne olacaktı? Yoksula yardım etmek yerine dinsel hizmetleri karşılığında onun ceplerini boşaltan papazların davranışına ne diyecekti?

Tanrı’nın sözlerini satmaya hakları var mı? Onları sevabına vermeleri gerekmiyor muydu? Bakirlik yeminine rağmen düzüşen o papazlar, Babamıza hangi mazereti sunacaklardı? İz sürücünün jaguarın ayak izlerini toprakta okuduğu gibi insanların düşüncelerini okuyan kişiye bakalım yalanlar uydurabilecekler miydi? Temiz bir ruhla, bir şenliğe girer gibi girdiği takdirde insanı mutluluğa taşıyan ölüm gibi gündelik, bilindik, kullanışlı şeyler işte. Onlar hayvan insanlar mıydı? Eğer değillerse, diğer tarafta bulacakları O’na saygının bir işareti olarak o kapıdan en güzel kıyafetlerine bürünmüş halde geçmeleri gerekiyordu. Onlara cennetten ve aynı zamanda da cehennemden, İt’in zemini kızgın korlar ve yılanlarla kaplı mekânından, şeytanın zararsız görünümlü yeni kimliklere nasıl bürünebileceğinden bahsediyordu. İç kesimlerden gelen sığırtmaçlar ve işçiler onu sessizce, merakla, korkuyla, heyecanla dinliyorlardı; aynı şekilde kıyılardaki şekerkamışı tarlalarından gelen köleler ve azat edilmişler, kadınlar ve onların, bunların babaları ve oğulları da.

Arada sırada ama çok nadiren, çünkü onun ciddiyetinden, derinden gelen sesinden ya da bilgeliğinden çekiniyorlardı– içlerinden birinin bir kuşkuyu dağıtmak için konuşmasını böldüğü oluyordu. Yüzyıl sona erecek miydi? Dünya 1900’e ulaşabilecek miydi? Soruyu yöneltene bakmadan, sakin bir özgüvenle ve sıklıkla bilmecelere başvurarak cevap veriyordu. 1900’de ışıklar sönecek ve gökten yıldızlar yağacaktı. Ama daha önce olağanüstü olaylar yaşanacaktı. Sesini bir sessizlik takip ediyor ve o sırada yanan odunların çıtırtısı ve alevlerin yuttuğu böceklerin vızıltısı duyuluyordu; bu esnada köylüler nefeslerini tutup geleceği hatırlamak için bel­leklerini peşinen zorluyorlardı. 1896’da bir milyar koyun kıyıdan sertão’ya doğru koşacaktı ve deniz sertão’ya, sertão da denize dönüşecekti. 1897’de çöl çimenle kaplanacak, çobanlar ve koyunlar birbirine karışacak ve o andan itibaren sadece tek bir sürü ve tek bir çoban olacaktı.

1898’de şapkalar çoğalacak ama kafalar azalacaktı. 1899’ daysa nehirler kırmızı akacak ve yeni bir gezegen, uzayı bir uçtan diğer uca geçecekti. O halde hazırlık yapmak gerekiyordu. Kilisenin yanı sıra Efendimizin evinden sonra en önemli yapı olan ve cennetin ya da cehennemin bekleme odasını teşkil eden mezarlığı elden geçirmek ve geriye kalan zamanı en temel şeye, ruha adamak gerekiyordu. Acaba kadın ya da erkek öbür tarafa giderken kıyafetleri, elbiseleri, fötr şapkaları, bağcıklı ayakkabıları ve İyi İsa’nın hiçbir zaman giymediği bütün o lüks yünlü ve ipeklileri de yanında götürecek miydi? Bunlar basit, kullanışlı vaazlardı. Adam oradan gittikten sonra hakkında konuşuyorlardı:

O bir azizdi, mucizeler göstermişti, tıpkı Musa Peygamber gibi çölde alev alev yanan böğürtlen ağacını görmüştü ve bir ses ona Tanrı’nın telaffuz edilemez ismini söylemişti. Ve onun vaazlarını yorumluyorlardı. Böylece, imparatorluk yıkılmadan önce ve cumhuriyet kurulduktan sonra Tucano, Soure, Amparo ve Pombal sakinleri onun vaazlarını dinlediler; Bom Conselho, Geremoabo, Massacará ve Inhambupe kiliseleri aydan aya, yıldan yıla, yıkıntılarından yavaş yavaş yeniden doğdular ve onun öğretilerinden hareketle Monte Santo, Entre Ríos, Abadía ve Barracão mezarlıklarında duvarlar, nişler inşa edildi ve ölüm Itapicurú, Cumbe, Natuba, Mocambo’da şanına layık cenaze törenleriyle kutlandı. Alagoinhas, Uauá, Jacobina, Itabaiana, Campos, Itabaianinha, Gerú, Riachão, Lagarto, Simão Dias gecelerinde aydan aya, yıldan yıla bir sürü vaaz top­landı. Bu vaazlar herkese güzel görünüyordu ve işte bu yüzden, önce bir köyde sonra diğerinde ve en sonunda da kuzeyin bütün köylerinde bu vaazları veren adama, gerçek adı Antônio Vicente, soyadıysa Mendes Maciel olmasına rağmen Vaiz denmeye başlandı.

AHŞAP bir parmaklık –ismi girişte gotik harflerle yazılı olan– Jornal de Notícias gazetesinin yazarlarını ve çalışanlarını, bir ilan vermek ya da bir haber getirmek için oraya kadar gelen insanlardan ayırıyor. Gazetecilerin sayısı dördü, beşi geçmiyor. Onlardan biri duvara sabitlenmiş bir arşivi araştırıyor; ceketsiz ama üzerlerinde sert yakalı gömlek ve papyon olan ikisi, üzerinde günün tarihinin okunduğu 2 Ekim 1896, Pazartesi bir takvimin yanında heyecanlı bir biçimde sohbet ediyorlar ve bir başkası, kalın camlı miyop gözlüğü olan sarsak görünümlü bir genç, etrafında olan bitene kayıtsız bir şekilde bir çalışma masasının arkasında kaz tüyü kalemle bir şeyler yazıyor.

Dip tarafta, bir cam kapının ardında yönetim bölümü bulunuyor. Siperlikli şapkalı ve kâtip kolluklu bir adam ücretli ilanlar bankosunun ardında sıraya girmiş müşterilere hizmet veriyor. Bir hanımefendi ona şimdi bir karton uzattı. Veznedar, işaretparmağını ıslatarak sözcükleri sayıyor –Giffoni Lavmanları// Belsoğukluğunu, Basurları, Vajinal Akıntıları ve İdrar Yollarındaki bütün rahatsızlıkları tedavi eder// Tümü Madame A. De Carvalho eliyle hazırlanıyor// Adres: Rua Primeiro de Março No 8 ve fiyatı söylüyor. Hanımefendi ödemeyi yaptıktan sonra para üstünü alıp gittiğinde, onun arkasında bekleyen kişi bankoya yaklaşıp veznedara bir kâğıt uzatıyor. Üzerindeki koyu renk uzun setre ve melon şapka oldukça yıpranmış görünüyor. Kıvırcık kızıl saçlar kulaklarını örtüyor. Uzun denebilecek boyda, geniş omuzlu,güçlü ve olgun bir adam. Veznedar parmağını kâğıdının üzerinde gezdirerek ilanın sözcüklerini sayıyor.

Birden alnı buruşuyor, parmağını kâğıttan kaldırıyor ve yanlış okumuş olmaktan korkuyormuş gibi metni gözlerine iyice yaklaştırıyor. Ardından, karşısında bir heykel gibi duran müşteriye şaşkınlık içinde bakıyor. Tedirgin bir şekilde gözlerini kırpıştırdıktan sonra adama beklemesini işaret ediyor. Elinde sallanan kâğıtla birlikte, ayaklarını sürüyerek bulundukları yeri bir uçtan diğer uca geçiyor, yönetim bölümünün camını parmaklarıyla tıklatıp içeri giriyor. Birkaç saniye sonra tekrar beliriyor ve müşteriye içeri girmesini işaret ediyor. Ardından işine geri dönüyor.

Koyu renk giyimli adam Jornal de Notícias’ın diğer ucuna doğru yürürken topuklarından sanki altlarında nal takılıymış gibi ses çıkıyor. İçi ağzına kadar kâğıt, gazete ve İlerici Cumhuriyetçi Parti’nin afişleriyle –Birlik İçinde Bir Brezilya, Güçlü Bir Ulus– dolu küçük büroya girince ona güleç bir merakla, tuhaf bir hayvana bakar gibi bakan bir adamın kendisini beklediğini görüyor. Genç, esmer ve enerjik görünümlü adam odadaki yegâne çalışma masasında oturuyor; ayağında çizme, üzerindeyse gri bir takım elbise var. “Benim adım Epaminondas Gonçalves, gazetenin yöneticisiyim,” diyor. “Buyurun, oturun.” Koyu renk kıyafetli adam belli belirsiz bir selam veriyor ve elini şapkasına götürüyor ama ne onu başından çıkarıyor ne de bir söz söylüyor.

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

  • Kategori(ler) Roman (Yabancı)
  • Kitap AdıDünya Sonu Savaşı
  • Sayfa Sayısı856
  • YazarMario Vargas Llosa
  • ISBN9789750752582
  • Boyutlar, Kapak13.5x21 cm, Karton Kapak
  • YayıneviCan Yayınları / 2022

Yazarın Diğer Kitapları

  1. Julia Teyze ~ Mario Vargas LlosaJulia Teyze

    Julia Teyze

    Mario Vargas Llosa

    Julia Teyze’yi de aynı gün öğle yemeğinde ilk kez görmüştüm. Lucho Amcamın karısının kız kardeşiydi ve önceki gün akşam Bolivya’dan gelmişti. Kocasından yeni boşanmış...

  2. Kent ve Köpekler ~ Mario Vargas LlosaKent ve Köpekler

    Kent ve Köpekler

    Mario Vargas Llosa

    Dünya, Peru’nun en büyük romancısı, 2010 Nobel Edebiyat Ödülü’nün sahibi Mario Vargas Llosa’yı bu romanıyla tanıdı. Yayımlandığında büyük bir skandal yaratıp bir askerî akademide...

  3. Hınzır Kız ~ Mario Vargas LlosaHınzır Kız

    Hınzır Kız

    Mario Vargas Llosa

    Sadece ahmakların mutlu olduğunu söyleseler de, itiraf ediyorum ki kendimi mutlu hissediyordum. Günlerimi ve gecelerimi Hınzır Kız’la paylaşmak hayatımı dolduruyordu. Geçmişteki buz gibi soğuk...

Beriahome Harf Kupa

Aynı Kategoriden

  1. Düşesin Zaferi ~ Elizabeth LoupasDüşesin Zaferi

    Düşesin Zaferi

    Elizabeth Loupas

    Ferrara Sarayı yasak elma gibidir, güzel, kırmızı ve çekici, ama zehirli, çok zehirli… Rönesans İtalyası… Araf’ta kalan bir ruh ve Avusturya prensesi Barbara… Prenses...

  2. Baba ~ Mario PuzoBaba

    Baba

    Mario Puzo

    Şiddet dolu, katı, kırılan ama bükülmeyen bir gelenek. Gerekirse kanla korunan alternatif bir ahlak. Bir jest olarak ölünen ve öldürülen, stilize bir savaş… Hatırlanacak...

  3. Arzulanan Kadın ~ Sylvia DayArzulanan Kadın

    Arzulanan Kadın

    Sylvia Day

    Bitmeyen bir arzu Kraliyet ajanı Marcus Ashford sayısız düello yapmış, kurşunlardan ve top mermilerinden kurtulmuştur. Ancak hiçbir şey onu eski nişanlısı Elizabeth’e duyduğu açlık...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur