Sayısız mücadeleyi ve engeli aşıp bir araya gelen Gökçen ve Murathan için artık aşklarını doya doya yaşama vaktidir. Tek istekleri birbirlerine sımsıkı sarılmak ve kaybettikleri zamanı telafi etmektir. Ancak olaylar bekledikleri gibi gelişmez ve birlikte kurmaya çalıştıkları küçük dünya daha var olamadan yerle bir olur. Büyük bir nefret, kayıp ve azılı düşmanlarla dolu karanlık bir girdabın içine çaresizce çekilirler.
Gökçen ve Murathan kendilerini zorlu bir yol ayrımında bulacaklardır.
Aşk mı? Yoksa yaşatmak için yapılan büyük bir fedakârlık mı?
Seçim yapmak ikisi için de kolay olmayacak, hayatın onları sürüklediği dipsiz uçurumlara beraber yürüyeceklerdir.
“İçimdeki yeşillikler o yokken sonbahardı. Dallarımdan dökülen güz yapraklarını yine onu beklerken saydım. Tek, tek, tek. Say Gökçen. Varlığı beklemekten, sevmekten ve geride kalmaktan ibaret olan Gökçen…”
Yetişkin okurlar içindir.
*
- BÖLÜM
“Seni öylesine yaşadım ki, İnan…
Artık nereye baktığım belli değil.
Ne yaptığım belli değil,
Vardığım sonrasızlıktan…
ÖZDEMİR ASAF
Ellerini kucağında sıkıca bağlayıp tedirginlikle etrafına bakmaya devam etti Zehra. Huzursuzca kıpırdandı oturduğu bankta. Bir eli, diğer elinin parmak uçlarını çekiştirdi. Çok insan vardı; yüzleri seçemiyor, ifadeleri ayıramıyordu. Neredeydi? Kandırılmış mıydı yine? Güvenmemeli miydi? Tüm duyguları büyük bir karmaşa içindeydi. Biri onu izliyormuş gibi hissedince başını hızla arkasına çevirdi. Koşturan insanlar ve belirsiz yüzler… Ona bakan hiç kimse yoktu, “İyi misin?” diye soran sese çevirdi tedirgin bakışlarını.
Hemen yanında oturan Alican’ın dikkatli ama bir o kadar da nahif bakışlarını üzerinde hissedince dikleşen omuzlarını indirdi. Buraya gelene kadar ona kötü bir şey yapmamıştı. İsterse konuşmuş, istemezse susmuştu. Soru sorarak bunaltmamış, herhangi bir şey için zorlamamıştı. Her şeyi güzel bir dille, gözlerinin içine bakarak tane tane anlatıyordu.
“İyiyem.”
Mırıltısı zar zor duyuldu.
Alican oturduğu yerden yavaşça ayağa kalktı. Aynı saniyelerde minik bir güç, montunun kol ucundan yakalayarak ilerlemesine izin vermemişti.
Zehra, aniden gelen bir panikle beraber parmak uçlarıyla sıkıca tutmuştu Alican’ın montunu.
“Nereye?”
Birkaç saniye bocaladı Alican. “Sana su alacağım,” diyebildi en sonunda. Zehra tuttuğu kolu daha da sıkı kavradı. “Gerek yok. İstemem su.” Ürkek bakışlarını Alican’a dikti, “Yanımda kal. Burası çok kalabalık.”
Bunu öyle bir ses tonuyla söylemişti ki Alican, bir süre gözlerini kırpıştırmaktan başka bir şey yapamadı. Zehra’nın bu noktada gözlerini kaçırması gerekiyordu. Artık çözmüştü, üç saniyeden fazla göz teması kuramıyordu. Ama bu defa bakışlarını kaçıran Alican oldu.
“İlaç saatin geldi,” dedi.
“Ee?” dedi Zehra.
“Doktoruna söz verdim. İlaçlarını aksatamayız.”
“Yani?”
“Yani gerçekten su almamız lazım, Zehra.”
Durdu Zehra. Sonra ise Alican’ın kolunun ucunu tutan parmaklarını gevşetmeden ayaklandı.
“O zaman ben de seninle geleyim.”
Derin bir nefes vermekle yetindi Alican. Bakışları, kolunun ucuna sıkı sıkı tutunan ele kaydı. Bu kadar mı korkuyordu insanlardan? Derin bir üzüntü hissetti içinde, bir ağırlık çöktü kalbine. Vücudundaki morluklar, ürkek tavırları, tırnaklarını çekiştirip durması, yalnız kalamaması, göz teması kuramaması, ister istemez hüzünlenmesine neden oluyordu.
“Gel,” dedi sadece. Önüne dönüp yavaş adımlarla ilerledi. Koluna sıkı sıkı tutunan Zehra ise ayaklarını sürüyerek peşinden ilerliyordu.
Sessizce ilerlediler. Su alacakları yere geldiklerinde Zehra, Alican’ın kolunu bıraktı. Onun yerine montunu sırt kısmından kavradı. O etrafına tedirgin bakışlar atarken, Alican ise çaktırmamaya çalışarak bakıyordu yanındaki kıza. Yüzüne dökülen kıvırcık saçlarından ifadesi tam görünmüyordu. Ama yine de baktı. Montunu sıkıca kavradığını hissedebiliyordu. Saçma bir cümle belirdi zihninde:
Sana güveniyor, Alican.
Yine saçma bir şekilde hoşuna gitmişti bu düşünce. Dudaklarında belli belirsiz bir tebessüm belirdi. Uzattığı su şişesini alan Zehra, kapağını açmak için sıkıca tutunduğu montu bırakmak zorunda kaldı. Alican, montunun iç cebine sıkıştırdığı üç kutu ilaçtan birini çıkarıp Zehra’ya uzattı. Zehra ilacı çıkarıp ağzına attı, suyunu içip yuttu. Ağzı suyla doluyken, Alican’a dönüp ilaç kutusunu geri verdi. Yol boyunca tekrarladıkları için aralarındaki doğal bir döngü gibi işliyordu bu süreç. Suyun kapağını kapatıp bir eliyle tekrar Alican’ın montunun ucunu kavramıştı Zehra.
Etrafa hâlâ tedirgin bakışlar atan kıza baktı Alican. Sonra sol tarafta bir noktaya. Sonra tekrar Zehra’ya.
“Artık hiç kimse sana zarar veremez, Zehra. Korkma.”
Zehra’nın bakışları ona döndü. Koyu kahverengi gözlerinde titrek bir ürperti vardı. Konuşamadı ama anında dolan gözleri Alican’a gereken cevabı veriyordu. Kim olsa korkar, Alican. Kim olsa korkar…
Derin bir nefes verirken telefonunu cebinden çıkardı. Beklediği kişiyi aradı. “Karşınızdayız, komutanım,” dedi sadece. “Sola doğru bakın.” Telefon kapandığında bakışlarını Zehra’ya çevirdi. “Oraya bak,” dedi işaret parmağı sol tarafta bir noktayı işaret ederken.
Dolan gözlerine rağmen şaşırmıştı Zehra.”Ne?” Sesi zar zor duyulacak kadar kısıktı ama montu kavrayan parmakları oldukça güçlüydü. “Nereye bakayım?”
Uzanıp omzuna dokunmaya niyet etse de son anda kendini durdurdu Alican. Temastan korktuğuna emindi. Onun yerine kendi yönünü sola çevirdi. O dönünce montuna yapışık Zehra da dönmek zorunda kaldı. “Bak,” dedi tekrar aynı noktayı işaret ederek.
Zehra önünden geçen suretler gördü önce. Derken onların arkasında birini yakaladı bakışları. Ve gördüğü tek bir suret, gözlerini daha da doldurmaya yetti.
*
Olağan döngünün dışında akan her olay, derin bir şaşkınlık bırakırdı insanın üzerinde. Benim hayatımda da son bir ayda olan her şey normalin dışında, beni derin bir şaşkınlığa sürükleyecek türdendi. Bütün bunların etkisi ile hâlâ kendime gelememiştim. Şu an karşımda gördüğüm yüz, bir süre daha şaşırmaya devam edeceğimin kanıtıydı.
Birkaç saniye boyunca öylece bakıştık. Ben ona baktım, o bana. Gördüğüm görüntünün gerçek olup olmadığını anlamaya çalıştım. Zihnim bu aralar algı- lamakta zorluk çekiyordu. Olay üstüne olay, kaos üstüne kaos atlatan beynim eskisi kadar hızlı algılayamıyordu bazı şeyleri. Karşımda duran kişinin kim ol- duğunu birkaç saniye sonra algılayabildiğimde bakışlarım titredi.
“Zehra…” diyebildim sadece.
Tam arkamda duran Murathan’ın elleri hâlâ omuzlarımdaydı. Varlığı bir dağ gibiydi. Kulağıma değen sesi ise ruhumu okşayan en güzel şarkı.
“İstedin,” dedi. “Getirdim.”
Dudaklarımda bir tebessüm belirdi. En son kanlar içinde, yerde yatarken görmüştüm onu. Asla silemiyordum o görüntüyü zihnimden. Ne onu ne de beni hatırla, olur mu, diyen sesini. Tarifi imkânsız bir sevinç belirdi içimde. Kalbimin üzerine kendi ellerimle yıktığım tonlarca ağırlığın bir nebze de olsa hafiflediğini hissettim. O bataklıkta açan tek çiçekti Zehra. Solacak diye çok korkmuştum.
Kurtulmuştu.
Bir elim omzumdaki eli kavradı. Yüzünü görmüyordum, görmeme de gerek yoktu. Yüzündeki yumuşak bakış ezberimdeydi. Daha sıkı kavradım parmaklarını. Sessiz kelimelerimiz konuştu her zamanki gibi.
“Teşekkür ederim,” dedim sessizce.
Cevap olarak saçlarıma derin bir öpücük bıraktı.
Zehra’nın adımları bana doğru ilerlerken ben de bir adım atabildim en sonunda. Adımları sarsak ve yorgundu. Yarası vardı. Ben ona gitmeliydim. Murathan’ın elleri omuzlarımdan yavaşça düştüğünde bir adım daha attım.
Görüşüm, dolan gözlerim yüzünden dalgalıydı. Netleştirmek adına gözlerimi kapattım. Aynı anda yanaklarıma süzülen yaşlarla görüşüm netleşti netleşmesi- ne ama bu, baraj kapaklarını tamamen açmak anlamına geliyordu. Adımlarım hızlandı, tıpkı gözyaşlarım gibi.
O da bana gelmeye çalışıyordu ama yavaştı. İlerlerken arkasında kalan Ali- can’a takıldı bakışlarım. Onu Murathan göndermiş olmalıydı. O yüzden yemekte yoktu. Murathan’ı, ağzını yüzünü yoğurarak sevmeyi daha sonraya erteledim. Çünkü Zehra’ya ulaşmış bulunuyordum.
“Zehra…” dedim. Açık bir yara gibi döküldü ismi dudaklarımdan. Durmadım. Duraksamadım. Çekinmedim. Kollarımı boynuna dolayıp bedenini göğsüme çektim. Gözlerimi kapatıp sıkı sıkı sarmaladım. Aynı cümle dönüp durdu zihnimde: Ölmedi, Gökçen. Senin yüzünden ölmedi. Yaşıyor.
Son hatırladığım Zehra gibi değildi kokusu. Kötü kokuyordu önceden, şimdi ise ferah. Pisti saçları, şimdi ise tertemiz. Kötü kokusu ve kıvır kıvır, kabarık saçları ile yüzünü kapatmak, kötülüklere karşı tek savunmasıydı. Kötü kokmasındaki amacı bildiğim için bu ferah koku genzimin daha çok yanmasına neden olmuştu.
Kollarını sırtımda, başını boynumda hissettim. “Doktor abla…” dedi güçsüz bir sesle.
“İyisin,” diye tekrarladım defalarca. “İyisin, iyisin, hayattasın, iyisin.” Geri çekildim. Kollarım bedeninden ayrıldı ama anında yüzünü kavradım. Koyu kahverengi gözleri ağlamaktan kıpkırmızı olmuş bir şekilde bakıyordu bana.
“İyiyem,” dedi dudakları titrerken. “Sen?”
Gözyaşlarıma rağmen gülümsedim.
“Çok iyiyim. Çok.”
Dudakları büzüldü, bakışları puslandı. Yirmi yaşındaydı ama hiç büyüyememiş, büyümesine izin verilmemiş, bütün oyunları elinden alınmış bir çocuktu aslında.
“Kızgınsın bana?” dedi soru sorarcasına.
“Asla,” dedim anında. “Neden olayım?”
“Benim yüzümde…” dedi kısık bir sesle ama kelimeleri gözyaşlarının arasında boğulup gitti.
Kaçtığımı Sam’a o haber vermişti. Bu sebepten vurulmuştum. Sanırım bunun pişmanlığı vardı üzerinde. Oysa ben kızgın değildim ona. Ne yapabilirdi ki öyle bir durumda? Korkutulmuş, sindirilmiş, dayak yemiş, tecavüze uğramıştı. Zehra korkmaktan başka bir şey öğrenmiş miydi ki bu hayatta?
“Senin sayende kurtuldum,” dedim. Ellerimin içindeki yüzünü daha çok sıktım. “Senin sayende çıktık oradan. Benim artık sana bir hayat borcum var. Şimdi seninle yine el ele verip ne yapacağız, biliyor musun, Zehra?”
Bakışları suçlu, ürkek ve tedirgindi.
“Ne?”
Gülümsedim. Bir elim hâlâ yanağındayken diğeri ile önüne düşen kıvırcık tutamı kulağının arkasına sıkıştırdım. “Bu dünyada Zehra’nın yaşadığını herkese duyuracağız.”
*
Koridorda sakin ama heyecanlı adımlarla ilerlerken kahverengi montunun eteğini düzeltti Barbaros. Minik bir öksürükle boğazını temizledi. Yanından paspasi geçen temizlikçiye ve sırtlarında boyları kadar çantalarla koşuşturan çocuklara gülümsedi. Koridor boyunca asılı olan tarihî liderlere bile gülümsedi. Hatta Yavuz Sultan Selim ve Fatih Sultan Mehmet’in önünden geçerken başıyla minik bir selam verdi. Hedefi ise belliydi. Keyiflendikçe keyiflendi. Öyle ki bir türkü mırıldanmaya başlamıştı.
“Erzurum yaylasıyam, el vurma, el vurma, el vurma, yaralıyam. Yalanım, hilafım yok. Tek sana, tek sana, tek sana sevdalıyam.”
Keyfi arttıkça arttı. Sınıfın kapısına yaklaşıyordu ki karşıdan ona doğru koşan minicik şey yüzünden durdu. Gülerek geliyordu Mete. Hem de boyu kadar çantayı sırtında taşıyamadığı için sağa sola sendeleyerek.
“Barbaros abi!” diye bağırdı neşeyle.
Güldü. Adımları durdu. Bir an elini cebine atarak, bozukluklarını alıp almadığını kontrol etti. Metecan’ın yanına boş gelemezdi. Cebi doluydu. Hızla yere eğildi ve ona doğru gelen Mete’yi her şeye hazır bir şekilde kucakladı. “Metecan!”
Barbaros abisine sıkıca sarılmışken güldü Mete. Kendini geri çekti. “Öğretmenim sınıfta,” dedi hızla. “Sınıf da boş. En son ben çıktım.”
Parasını bu çocuğa değil de kime yedirecekti ki Barbaros? Sonuna kadar helal ediyordu. Dayanamayıp yanağından bir makas aldı.
“Aferin lan sana. Kaptın bu işi ha.”
Mete keyifle gülüp, “Ayıpsın, Barbaros abi,” dedi.
Gülüşü büyüdü. Elini cebine atıp bozuk paralarını çıkarmak için hareketlendi.
“Bu bilgi için sen gerekli ücreti söylemeden ben hemen ödememi yapayım.”
“Para istememkine,” diye şaşırtıcı bir ses yükseldi Mete’den.
Duyduklarıyla duraksadı Barbaros. Tek dizi yerde, eli cebinde, Mete’nin boy hizasına çökmüş bir şekilde kaldı. Birkaç saniye şaşkınlıkla gözlerini kırpıştırdı. Sonra aklına gelen tek soruyu yöneltti:
“Hasta mısın?”
Elini alnına koydu Mete. Kendi kendine ateşini ölçüp, “Değilim,” diyerek sonucu iletti.
Barbaros tedirgindi.
“Neyin var o zaman?”
“Hiçbir şeyim yok.”
“Para istemedin.”
Güldü Mete.
“Evet. Çünkü başka bir şey isteyeceğimkine.”
Barbaros’un tedirginlik seviyesi yükselmeye başlamıştı. “Ne istiyorsun?” dedi telaşla. “Konuş, söyle. Az mı geldi para? Lan, beni de mi satacaksın yoksa?”
Mete gözlerini devirip, “Seni neden satayım, Barbaros abi?” dedi. “Kârlı bir ürün değilsin.”
“Niye öyle dedin?” diye sordu hafif bir kırgınlıkla. “Ayıp, oğlum. O kadar da mı giderimiz yok?”
Umursamadı Mete. Çantasını sırtından çıkarıp önüne aldı. “Seni satamam çünkü bana lazımsın,” dedi tatlı tatlı. Yere bıraktığı çantasının ön fermuarını açtı. İçinden siyah bir cüzdan çıkarıp Barbaros’a uzattı. Barbaros’un tedirgin bakışları büyüdü. Bir cüzdana bir de Mete’ye baktı. Uzanıp aldığı cüzdan enteresan bir şekilde ağırdı.
“Al bunları,” dedi Mete.
“Ne bu?” derken cüzdanı açtı Barbaros. İçinde gördüğü yoğun yüzlüklere, iki yüzlük banknotlara ve bozuk paralara şaşkın bir ifadeyle baktı. “Oha!” dedi istemsizce. “Bu ne, lan? Banka mi hortumladın en sonunda?”
“Kumbaram, Barbaros abi. Ben biriktirdim.”
Demek o kutsal kumbarayı sonunda elinde tutuyordu. Cüzdanın içinden bozuk bir para aldı. Şansına yirmi beş kuruş gelmişti. Anında geri bıraktı. Bu, Mete’nin bokundan çıkan paralardan biri olabilirdi. Elini tişörtüne silip tekrar Mete’ye döndü. “Lan, bu kadar parayı nasıl biriktirdin?” diye sordu. “Yedi yaşındasın sen! Hiç mi kantinden şeker almadın? Hiç mi saçma sapan oyuncak çekmedi canın? Neden emekli dayı cüzdanın var?”
“İstediğim şeyleri alacak param var benim zaten,” dedi tatlı tatlı. “Bunları başka bir şey için sakladım.”
Şaşkınlığı giderek artıyordu.
“Ha, bunlardan ayrı paran da mi var?”
“Orasını karıştırma, Barbaros abi.”
Norveç’te gizli bir kasası olabilir miydi bu çocuğun? Olabilirdi. Hiç de şaşırmazdı Barbaros.
“Şimdi sen bunları al,” diyen Mete’ye döndü şaşkın bakışları. “Bilge öğretmenimin sınıfta olduğu bilgisine karşılık başka bir şey isteyeceğim senden.”
“Ne? Ne isteyeceksin?” Banka mı soyacaklardı? Sahte para mı basacaklardı?
Endişeliydi. Ama bu fikirlerden çok daha ayrı bir şey söyledi Mete:
“Annemle babama hediye…”
Tedirgin bakışları, duyduğu tek bir cümleyle dağıldı Barbaros’un.
Mete devam etti:
“Ben nereden alacağımı bilmiyorum. Şimdi sen bu parayı al, anneme bir tane krem al. Elleri çok çatlıyor, yara oluyor. Yarayı geçiren krem al. Babama da güzel, rahat bir ayakkabı al. Kocaman asker botları yüzünden ayaklarının altı kanıyor. Ayaklarım ağrıyor, diyor. Ağrıtmayan ayakkabı olsun. İstersen kendine de bir şey alabilirsin. Ama bana getir, ben vereyim. Tamam mı?”
Barbaros birkaç saniye Mete’nin yüzüne baktı. Başka bir tepki veremedi. En sonunda ise dudaklarında yarım bir tebessüm belirdi. Bu çocuk nasıl Hasan abi gibi mübarek bir adamın oğlu olabilir, diye düşünüp dururdu. Şimdi net bir şekilde bu çocuğun, Hasan abinin oğlu olduğuna inanıyordu. “Senden daha kıyak başka bir dolandırıcı görmedim,” dedi gülüşünü bozmadan. Cüzdanı tekrar Mete’ye uzattı. “Şimdilik bu sende kalsın. Yarın ben yine gelirim, seni alırım, beraber seçeriz hediyeleri.” Göz kırptı. “Anlaştık mı?”
Kocaman güldü Mete.
“Anlaştıkkine.”
Dayanamayıp elini Mete’nin siyah saçlarına daldırdı ve hızla karıştırdı. Mete gülmeyle karışık huysuz bir ses çıkararak kafasını geri çektiğinde daha çok güldü.
“Haydi, sen servise,” dedi. “Şimdi de benim okul başlıyor.”
Kıkırdadı Mete.
“Sen okulu bitirdin.”
Mete’nin çantasını alıp tekrar sırtına takmasına yardım etti. “Eksiklerim var. Okula baştan başlamaya karar verdim. Eğitim çok önemli bir şey. Çok!” dedi ciddiyetle.
“Ben şimdilik mecburiyetten geliyorum,” dedi Mete. “Çok param olunca bırakacağım okulu.” Yavaş yavaş özüne dönüyordu.
….
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yerli)
- Kitap AdıGökçen 3: Güz Yağmurları
- Sayfa Sayısı544
- YazarLoresima
- ISBN9786256476264
- Boyutlar, Kapak13.5 x 21 cm, Karton Kapak
- YayıneviEphesus / 2024
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Edep Ya Hû ~ Mehmet Anıl
Edep Ya Hû
Mehmet Anıl
Edep Ya Hû, tarihimizin gizemli, şaşırtıcı, rengârenk sayfalarından yola çıkılarak kurgulanmış, zengin hayal gücüyle yazılmış bir roman. Her satırı sonsuz bir merakla okunan Edep Ya Hû’nun kahramanı, Yeniçeri Ocağı’nın ünlü 65. Orta’sına mensup bir acemi oğlan: Kız Ferhad.
- Kıvırcık Paşa ~ Sermet Muhtar Alus
Kıvırcık Paşa
Sermet Muhtar Alus
Bu roman Meşrutiyetten evvelki zamanın romanıdır. “Şimdi böyle bir eseri yazmanın ne lüzumu var; o vakit çıkan bu kadar roman yok mu?” denilecek. Öyle...
- Düş Kapanı ~ Büşra Tuğba Koç
Düş Kapanı
Büşra Tuğba Koç
Koşuyordu. Küçücük bedeni ne kadar hızlı koşabilirse o da o kadar hızlıydı. Birbiri ardına yere vuran ayaklarının sesi tüm benliğini kapladı. Nereye gittiğini bilmiyordu....