Hunter, bilirkişi sıfatıyla dahil olduğu son vakada yaşanan skandalların ardından bir süredir davalara çağırılmıyordu. Ancak Londra’ya çok da uzak olmayan küçük bir sahil kasabasında bulunan feci hâlde çürümüş cesedin kimliğine dair bilgi edinmek için yerel polis birimlerinin tek çaresi oydu. Üst makamlar, dosyanın bir an önce kapanması için baskı yapsa da bu vakada kirli sırlara set çekmek hiç de kolay olmayacaktı.
Bulunan cesedin bölgenin ileri gelen ailelerinden birinin haftalardır haber alınamayan oğlu Leo Villiers’a ait olduğu tahmin ediliyordu. Üstelik Leo, yine aynı dönemde ortadan kaybolan ve yasak ilişkileri olduğu iddia edilen bir kadının bir numaralı katil zanlısıydı. Ancak uzuvları kayıp, yüzü tanınmayacak hâldeki bu cesedin kimliği hakkında Hunter’ın başka şüpheleri vardı. Sürpriz kalıntıların da ortaya çıkmasıyla Hunter kendini ağır ama kararlı adımlarla toksik aile sırları, küskünlükler ve yalanlar bataklığına doğru ilerlerken bulacaktı.
Hilary’ye…
1
Yüzde altmışın üzerinde sudan oluşan insan bedeni, doğası gereği su üzerinde kalmaz. Sadece ciğerinde hava olduğu sürece süzülecek, ardından yavaş yavaş dibe batacaktır. Su çok soğuk ya da çok derinse orada kalıp belki de yıllar sürecek, yavaş ve karanlık bir çözünmeye maruz kalacaktır. Ancak su, bakterilerin beslenip çoğalmasına uygun bir sıcaklıktaysa beden de çürümeye devam edecektir. Bağırsaklarda gaz birikecek, bedenin batmazlığını artırarak onu yeniden su yüzeyine çıkaracaktır. Ve ölüler gerçekten de yeniden yükselecektir. Suda yüzüstü asılı kalmış, uzuvları aşağıya sarkmış beden suyun ya yüzeyinde ya da yüzeyin hemen altında süzülerek sürüklenecektir. Zamanla, rahmin amniyotik karanlığındaki oluşum sürecinin dehşet verici şekilde terse dönmesiyle nihayetinde parçalanacaktır. Önce uzuvların uçları: parmaklar, eller ve ayaklar. Ardından kollar ile bacaklar ve son olarak da baş, geriye sadece gövde kalana dek birer birer kopup gideceklerdir. Geride kalan bozunum gazları da sızarak bedeni terk ettiğinde gövde yavaşça, ikinci ve son defa batacaktır. Ancak su aynı zamanda başka bir dönüşüme de sebep olabilir. Yumuşak dokular çözünürken subkutan yağları da parçalanmaya başlayarak bir zamanların kanlı canlı insan bedenini kalın, yağlı bir tabakayla kaplar. Adiposir denen ya da daha renkli bir isim arayanların “mezar mumu” olarak bildiği bu donuk madde, bu kadar korkunç olmayan başka bir adla da anılır. Sabun. Pis, beyaz kefenine sarınıp sarmalanan doku ve iç organlar,beden son, yapayalnız yolculuğuna süzülürken korunup saklanırlar. Tabii şans onları bir kez daha gün ışığına çıkarmadığı sürece… Kafatası genç bir kadına aitti; cinsiyeti, daha ince yapısından anlaşılıyordu.
Alın kemiği geniş ve pürüzsüzdü, herhangi bir kaş çıkıntısı yoktu ve kulak girintisinin altındaki mastoid çıkıntısı bir erkeğin olamayacak kadar narindi. Elbette bu gibi ayrıntılar belirleyici sayılmazdı ama birlikte ele alındığında şüpheye yer bırakmıyordu. Yetişkin dişlerinin tamamı ölüm vaktine dek kırılmıştı ki bu da on iki yaşını geçtiğini, ancak çok da büyük olmadığını gösteriyordu; zira iki azıdişi ve bir üst kesici dişi muhtemelen ölüm sonrasında düştüğünden eksik olsa da geri kalan dişler pek aşınmamıştı. İskeletinin geri kalanının anlattığı hikâyeyi, ergenliğinin sonlarına erişemeden öldüğünü doğruluyordu.
Ölüm nedeni yeterince açıktı. Kafatasının arkasında, iki buçuk santim uzunluğunda ve onun yarısı genişliğinde pürüzlü bir delik, oksipital kemiğin neredeyse tam ortasına yerleşmişti. İyileşme belirtisi yoktu ve yaranın kenarları parça parça olmuştu; bu, yaralanma ânında kemiğin canlı olduğu varsayımını doğuruyordu. Hasar ölüm sonrasında, kemik kuru ve kırılganken meydana gelmiş olsaydı durum farklı olurdu. Kafatasını elime ilk aldığımda, içinden neredeyse melodik bir tıngırtı duyup şaşırmıştım.
Başta, genç maktulü her ne öldürdüyse o nesnenin etkisiyle beyin çukuruna itilmiş kemik parçaları olduğunu sanmıştım. Ancak ses daha geniş bir şeye ait gibiydi ve sağlam geliyordu. Röntgenler de tahminlerimi doğruladı; kızın kafatasının içinde ince ve simetrik bir cisim vardı. Bir ok başı. Kafatasının kaç yaşında olduğunu ya da rüzgârlı Northumberland kırlığında ne zamandır yattığını kesin olarak söylemek imkânsızdı. Kesin olan tek şey, kızın beş yüz yıldan fazladır, yani ok gövdesinin unufak olmasına ve kemiğin koyu karamel rengine bürünmesine yetecek kadar uzun süredir ölü olduğuydu. Onunla ilgili hiçbir şey öğrenilemezdi; ne kim olduğu ne de neden öldüğü. Kızın ya arkasına döndürüldüğü ya da kaçmakta olduğu anlaşılabildiğinden, bu cinayeti her kim işlediyse adaletin yerini bulduğuna inanmak istiyordum. Ancak bunu bilmek de mümkün değildi. Kafatasını ince kâğıda özenle sarıp kutusuna koyduğum sırada içindeki ok başı hafif bir darbeyle tıngırdadı. Üniversitenin antropoloji bölümündeki diğer tarihi iskeletler gibi bu da lisans öğrencilerinin eğitiminde kullanılıyordu; şok etkisi yaratamayacak kadar antikalaşmış, kasvetli, tuhaf bir biblo.
Ben alışkındım Tanrı biliyor ya, daha beterlerini görmüştüm ama bu istisnai memento mori* belki maktulün gençliğinden belki de ölüm şeklinden dolayı bana hep bilhassa dokunaklı geliyordu. Her kim olursa olsun, bir zamanlar birilerinin kızıydı. Şimdi, yüzyıllar sonra, isimsiz kızdan geriye kalan ne varsa laboratuvarda bir karton kutuda saklanıyordu. Kutuyu çelik dolaba, diğerlerinin yanına kaldırdım. Tutulmuş boynumu ovarak ofise geçip bilgisayarımı açtım. Sistem yüklenirken o her zamanki Pavlovvari beklenti içime doğdu. Her zamanki gibi, yerini hayal kırıklığı aldı.
Karşıma yalnızca akademik yaşantının önemsiz gündelik uğraşları çıktı; öğrencilerin soruları, meslektaşlarımın notları ve spam filtrelerinden kaçmayı başarmış rasgele çağrılar. O kadar. Aylardır böyleydi. E-postalardan biri, antropolojinin yeni bölüm başkanı Profesör Harris’tendi ve bana sekreterinden randevu almamı hatırlatıyordu.
Nazikçe ifade ettiği üzere, Pozisyonumla ilgili seçenekleri gözden geçirmek için. Bunu okuduğumda içim cız ettiyse de sürpriz sayılmazdı. Ancak bu, gelecek haftanın meselesiydi. Bilgisayarımı kapayıp laboratuvar önlüğümü astım ve ceketimi giydim. Koridorda yanımdan bir lisansüstü öğrencisi geçti.
“İyi geceler, Dr. Hunter. İyi tatiller,” dedi. “Sağ ol, Jamila, sana da iyi tatiller.” Uzun resmî tatili düşününce moralim daha da bozuldu. Aptallık edip tatili birkaç arkadaşımla onların Cotswolds’taki evinde geçirmeyi kabul etmiştim. Bu birkaç hafta önceydi; endişelenmemi gerektirmeyecek kadar ileriye dönük bir vaat gibi görünmüştü ancak şimdi pek, hatta hiç neşeli değildim; zira orada tanımadığım bir sürü başka misafir de olacaktı. Artık çok geç. Arabamın kilidini açtım, otopark bariyerinin kalkması için kartımı okuyucudan geçirdim. Üniversiteye her gün arabayla gelmenin, metroya binmek yerine Londra trafiğiyle cebelleşmenin ve yoğun trafik ücreti ödemenin aptalca olduğunu biliyordum ama alışkanlıklardan vazgeçmek zordu. Polis bilirkişisi olarak, bir ceset bulunduğunda ülkenin çeşitli bölgelerine, sıklıkla da acilen çağırılmaya alışmıştım. Çabucak yola çıkabilmek için arabayı almam mantıklıydı ancak bu, gayriresmî olarak kara listeye alınmamdan önceydi. Artık işe arabayla gitmek gerekli bir rutinden çok hüsnükuruntu gibi görünür olmuştu.
Yol üstünde, bir eve misafirliğe giderken insanın götürmesi gerektiğini hatırladığım ıvır zıvırı almak için bir süpermarkette durdum. Sabah yola çıkacağımdan o gece için de yiyecek bir şeyler almalıydım ve hevessizce rafları dolandım. Son birkaç gündür müphem bir keyifsizliğe kapılmıştım ama bunu can sıkıntısına ve miskinliğe bağlıyordum. Hazır yemek bölümünde dolandığımı fark edince kendime zihinsel bir tokat çakıp reyondan uzaklaştım.
Bu yıl bahar gecikmişti; kış rüzgârları ve yağmur nisanın ortasına dek sarkmıştı. Bulutlu gökyüzü günleri uzatmak konusunda işe yarıyor sayılmazdı ve binamın önündeki yola ulaştığımda hava çoktan kararmaya başlamıştı. Bir park yeri buldum ve alışveriş torbalarını daireme çıkardım. Daire, üst kattaki diğer daireyle ortak kullanılan küçük antresiyle büyük bir Viktoryen evin zemin katıydı. Binaya yaklaşırken tulumlu bir adamın ana kapıyla uğraştığını gördüm. Beni neşeyle, “İyi akşamlar, amirim,” diyerek selamladı. Elin de bir planya vardı ve ayağının dibindeki çantanın içinden çeşitli aletler fırlamıştı. “Neler oluyor?” Kilidin çevresindeki ham keresteyi ve yere saçılmış ahşap rendelerini süzdüm. “Burada mı yaşıyorsunuz? Birileri kapıyı zorlamış. Komşunuz arayıp tamir etmemiz için bizi çağırdı.” Kapının kenarındaki talaşı üfledi ve planyayı yeniden üzerine yerleştirdi. “Bu mahallede kapınızı kilitlemeyi ihmal etmemelisiniz.” Alet çantasının üzerinden geçip komşumla konuşmaya gittim.
Kadın üst kattaki dairede yalnızca birkaç haftadır yaşıyordu; anladığım kadarıyla bir turizm şirketinde çalışan, gözalıcı bir Rus’tu ve havadan sudan tuhaf diyaloglar dışında hiç konuşmamıştık. Kadın beni kapıdan içeri davet etmedi. “Eve geldiğimde kapı kırılmıştı,” dedi. Başını sinirle sallarken miskli bir parfüm dalgası yaydı. “Herhalde içeri girmeye çalışan bir keş falandı. Ne bulurlarsa çalıyorlar.” Yüksek kiralı bir mahallede değildik ama herhangi bir yere kıyasla daha fazla uyuşturucu sorunu olduğu da söylenemezdi. “Ön kapı açık mıydı?” Kendi dairemi kontrol etmiştim ama kapı sağlamdı.
İçeri zorla girmeye çalışıldığına dair bir belirti yoktu. Komşum başını iki yana sallarken koyu, gür saçları da yanlara savruldu. “Hayır, yalnızca kırılmıştı. Pislik korkmuş ya da pes etmiş olmalı.” “Polisi aradınız mı?” “Polis mi?” Küçümsercesine hıhladı. “Evet, aradım ama onların umurunda değil ki. Parmak izi alıyor, omuz silkiyor ve gidiyorlar. Yeni kilit taktırmak en iyisi. Bu sefer daha sağlam olanından.” Bunu, eski kilidin zayıflığı benim kabahatimmiş gibi manidar bir tonlamayla söylemişti.
Yeniden aşağıya indiğimde çilingir de toparlanıyordu. “Tamamdır, amirim. Yeni bir kat boya gerekebilir; zımparalanmış ahşap yağmur yağdığında şişmesin diye.” İki takım anahtarı uzatıp kaşlarını kaldırdı. “Pekâlâ, faturayı kim istiyor?”
Üst kata, komşumun kapısına baktım. Hâlâ kapalıydı. İç geçirdim. “Çek kabul ediyor musunuz?” Çilingir gittikten sonra bir faraş alıp koridordaki talaşı süpürmeye koyuldum. Sarmal bir ahşap rendesi köşeye sıkışmıştı. Onu da süpürmek için eğildiğim zaman elimi siyah-beyaz karoların üzerinde görünce baş döndürücü bir déjà vu yaşadım. Koridorda uzanmışım, karnıma saplı bıçağın iğrenç şekilde dışarıya uzanan sapı, damalı zemine yayılan kan…
O kadar berraktı ki soluğum kesildi. Ayağa kalktım, kendimi derin nefesler almaya zorlarken kalbim deli gibi atıyordu. Ancak o an çoktan silinmeye başlamıştı.
Ön kapıyı açıp serin gece havasını içime çektim. Tanrı aşkına, bu da nereden çıktı böyle? Saldırıyla ilgili anılarım zihnimde yeniden canlanmayalı çok olmuştu ve bu seferki beklenmedikti. Saldırıyı artık nadiren düşünüyordum. Olanları ardımda bırakmak için elimden geleni yapmıştım ve her ne kadar fiziksel izleri kaldıysa da psikolojik yaralarımın iyileştiğini sanıyordum. Belli ki iyileşmemişti. Toparlanıp talaşı çöpe döktüm ve daireme döndüm. Tanıdık mekân sabah terk ettiğim gibiydi: mutfağı ve arkada özel bahçesi olan, yeterli boyuttaki salon ve içinde kendi hâlinde mobilyalar.
Yaşamak için mükemmel bir yerdi fakat zihnimde canlanan anının tazeliğiyle, bu mekâna dair mutlu hatıralarımın çok az olduğunu fark ettim. İşe arabayla gitmem gibi, beni burada tutan şey de alışkanlıklardı.
Belki de bir değişimin zamanı gelmişti. Bitkinlikle alışveriş poşetlerini boşalttım ve buzdolabından bir bira aldım. Bir rutine takılı kaldığım gerçekti. Ve değişim, ben istesem de istemesem de gelecekti. Bir üniversitede çalışsam da işlerimin çoğunu polis bilirkişiliğinden alıyordum. Patologların inceleyemeyeceği kadar çürümüş ya da çözünmüş insan kalıntıları bulunduğunda adli antropolog olarak beni çağırıyorlardı. Fazlasıyla uzmanlık gerektiren bu alanda, maktulün kimliğinin tespiti ve ölüm zamanı ile şekline dair olabildiğince veri çıkarılması konusunda polise yardım edenlerin çoğu benim gibi serbest çalışanlardı. Ben de aşırı korkunç detaylarına dek ölümle sıkı bir bağ kurmuş; kemiklerin, bozulma ve çürümenin dilinden anlar olmuştum. Pek çok insanın standartlarına göre bu, korkunç bir meslekti ve benim de başa çıkmakta zorlandığım zamanlar olmuştu. Yıllar önce eşimi ve kızımı bir araba kazasında kaybetmiştim; hayatları, kazadan çizik dahi almadan kurtulan sarhoş bir sürücü tarafından bir anda söndürüldü. Bu olayın etkisinden çıkamayarak işimi bırakmış ve esas mesleğim olan pratisyen hekimliğe dönmüş, ölüler yerine yaşayanların sıkıntılarıyla ilgilenmeye başlamıştım.
Eski hayatımla ilgili her şeyden ve beraberinde canlanan anılardan kaçmak için kendimi küçük bir Norfolk kasabasına hapsetmiştim. Ancak bu teşebbüsüm de kısa sürmüştü. Ölümün gerçekliği ve sonuçları beni yine de bulmuştu ve daha sevgimi bile kabullenememişken, sevdiğim başka birini kaybetmenin kıyısına gelmiştim.
Kimliğimden kaçamazdım. Öyle ya da böyle benim uğraşım, başarılı olduğum iş buydu. En azından bir zamanlar. Geçen sonbaharda Dartmoor’da vahşi bir soruşturmaya dahil olmuştum. Soruşturmanın sonuna geldiğimizde emniyetten iki polis ölmüş ve üst rütbeli bir memur istifaya zorlanmıştı. Sorumlusu ben olmasam da ardından kopan skandalı farkında olmadan körüklemiştim. Sorun çıkaranları da kimse sevmez. Hele ki polisler. Böylece, bilirkişilik işleri bir anda kesildi. Kaçınılmaz olarak bu olay üniversitede de yankı buldu. Teknik olarak, kadrolu değil, sadece süresiz sözleşmeli bir öğretim görevlisiydim.
Bu sayede polis bilirkişiliğine özgürce devam edebiliyordum ve bölümüm de benim başarılarımdan istifade ediyordu. Ancak gündemden düşmeyen cinayet soruşturmalarında çalışan bir üniversite görevlisi ile ülkedeki bütün polis teşkilatlarınca persona non grata* ilan edilmiş bir üniversite görevlisi arasında dağlar kadar fark vardı. Sözleşmemin sona ermesine yalnızca birkaç hafta kalmıştı ve yeni antropoloji bölüm başkanı, işe yaramayan kimseyi bölümde barındırmayacağını belli etmişti.
Beni öyle gördüğü de belliydi. İç geçirerek kendimi koltuğa bıraktım ve biramdan bir yudum aldım. Hafta sonu bir ev partisine gitmeyi hiç istemiyordum ama Jason ve Anja eski dostlarımdı. Jason’la tıp fakültesinden beri arkadaştık ve karımla onun partilerinden birinde tanışmıştım. Kara ve kızımız Alice’in ölümünün ardından Londra’yı terk ettiğimde diğer her şey gibi onunla arkadaşlığımızı da ihmal etmiştim ve geri geldiğimde de telafi etmeye pek fırsat bulamamıştım. Ancak Jason, skandal Dartmoor soruşturmasının haberlerinde ismimi gördükten sonra, Noel’den hemen önce benimle iletişime geçmişti.
O günden beri birkaç kez buluşmuştuk ve ilişkimizde beklediğim gibi bir tuhaflıkla karşılaşmayınca içim rahatlamıştı. Görüşmediğimiz sürede yeni bir eve taşınmışlardı; yani en azından eski evlerinin canlandırabileceği buruk anılarımla yüzleşmek durumunda kalmayacaktım. Artık Belsize Park bölgesinde, dudak uçuklatacak kadar pahalı bir evleri ve Cotswolds’ta da ikinci daireleri vardı. Parti için de oraya gidecektim. İşin içinde bir bityeniği olduğunu ancak daveti kabul ettikten sonra öğrendim.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Korku - Gerilim Roman (Yabancı)
- Kitap AdıHuzursuz Ölüler
- Sayfa Sayısı432
- YazarSimon Beckett
- ISBN9786258387148
- Boyutlar, Kapak13,5*21, Karton Kapak
- Yayıneviİthaki Yayınları / 2022
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Ölümsüz Kızlar ~ Kiran Millwood Hargrave
Ölümsüz Kızlar
Kiran Millwood Hargrave
On yedi yaşındaki Lil ve ikiz kız kardeşi Kizzy, bir Gezgin topluluğunda doğmuş ve büyümüşlerdi. Dünyaları ailelerinin ve arkadaşlarının sıcaklığıyla çevriliydi. Ta ki kaderlerini...
- Bir Kimya Meselesi ~ Bonnie Garmus
Bir Kimya Meselesi
Bonnie Garmus
Kimyager Elizabeth Zott’ı anlatmak için pek çok sıfat kullanılabilir ama “ortalama” bunlardan biri değil. Aslında o, hiçbir kadının ortalama olmadığını söyleme cesareti gösterenlerden biri....
- İnsancıklar ~ Fyodor Mihayloviç Dostoyevski
İnsancıklar
Fyodor Mihayloviç Dostoyevski
Dostoyevski’ye bir anda büyük bir ün ve hayran kitlesi kazandıran, onu Petersburg’un edebiyat çevrelerine bir yıldız gibi sokan ilk romanı İnsancıklar’ı Ergin Altay’ın Rusça’dan...