Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

İsyan Günlerinde Aşk
İsyan Günlerinde Aşk

İsyan Günlerinde Aşk

Ahmet Altan

Aldatanlar aldatmakla yetinmezler; onlar, ihanete uğrayandan bunun için üzülmemesini, kahırlanmamasını, dertlenmemesini, sevdiğinin bir başkasıyla yaşadığı hazzın üstüne kendi acılarının gölgesinin vurmasına izin vermemesini de…

Aldatanlar aldatmakla yetinmezler; onlar, ihanete uğrayandan bunun için üzülmemesini, kahırlanmamasını, dertlenmemesini, sevdiğinin bir başkasıyla yaşadığı hazzın üstüne kendi acılarının gölgesinin vurmasına izin vermemesini de isteyecek kadar bencilleşirler. İhanetin yarattığı ve hem aldatanın hem aldatılanın hayatına yayılan kederli gölgeyi, isterler ki aldatılan temizlesin, aldatanı vicdan azabından, suçluluktan, bir başkasını haksız yere üzmüş olmanın utancından kurtarsın; bunu elde edebilmek için aldattıklarının önünde alçalmayı, kendilerine acındırmayı, gülünç şaklabanlıklarla bir gülücük koparmaya uğraşmayı mubah sayarlar ama ne yaparlarsa yapsınlar bu armağanı aldattıklarından alamazlar; aldatılan, elinde kalan son silahı asla kendini aldatana gönül rızasıyla teslim etmez. Ragıp Bey de, şehrin bir isyanla sarsıldığı o akşam, akıbeti meçhul bir yolculuğa çıkarken, istediği armağanı alabilmek için farkına varmadan kendisini acındırmaya uğraştı; eğer yaptığı şeyin farkına varabilseydi bunu asla yapmazdı ama o anda, kendi kederiyle soğumuş kadının bir tebessümüne, yarı karanlık odada tek başına Kuran okuyan yalnız kadının kendisine bağışlayacağı bir vicdan rahatlığına öylesine muhtaçtı ki kendisine hâkim olamadı. “Bir çatışma kaçınılmaz gözüküyor, gidip de dönmemek var, hakkınızı helal edin.” Hatice Hanım’ın verdiği cevabı hiçbir zaman unutmadı: “Benim sizde bir hakkım yok.”

 

1

Bazı geceler, eskimiş Acem halılarının üstünde yürüyen kanıncaların adım seslerini duyarak uyanıyordu.

Yüzlerce yıl önce dağ köylerinin izbe odalarında dokunmuş, çiğnene çiğnene solgunlaşmış bu halıların üstünde yürüyen son canlılar olan ince belli, titrek eklemli, boğumları simsiyah parlayan karıncaların kimsenin duymadığı adım sesleri, Osman’ın zamandan ve dünyadan kopmuş durgun ruhunda içini korkuyla titreterek yankılanıyordu.

Bir zamanlar büyükannesinin, şehvetin en ıssız, en ücra köşelerine gidip oralarda insan etinin tadabileceği en keskin zevkleri aradığı geniş yataktan zorlukla iniyor, ayaklanını, sürekli çıtırtılarla eskiyen ahşap tabana basıp bir zaman bu pürtüklü sertlikten güç almaya çabalayarak bekledikten sonra, kalkıp yorgun adımlarla odadan çıkıyordu.

Sırtında, dedesinden kalma, yer yer eprimiş, beyazlığını çoktan kaybetmiş uzun gecelik entarisiyle salona gidip bütün lambaları yakıyor ve orada görmeyi beklediği karıncaları değil, şeffaf ve kaygan bedenleriyle huzursuzca kıpırdaşan ölülerini buluyordu.

Zamanın mahpuslarıydı onun ölüleri, doğduklarında önlerinde uzanan zamanın içinde sanki onları hiçbir şey durdurmayacakmış gibi yürümüşler, ölüm önlerini kestiğinde, doğumlarıyla ölümleri arasındaki zamana kısılıp kalmışlardı. Geriye döndüklerinde doğumlarının ardına geçemiyor, ileriye yürüdüklerinde ölümlerinden öteye atlayamıyorlardı; artık sonsuza dek, doğdukları anla öldükleri an arasında dolaşmak zorundaydılar. İki kesin tarihin kıskacında donmuş ve hiç değişmeyecek olan hayat hikâyelerini anlatıp her anlattıklarında yeni ayrıntılar, yeni olaylar ekleyerek değişmeyecek olanı sözleriyle değiştirmeye uğraşıyorlardı.

Hikâyelerini anlatmak için Osman’ı, daha yaşarken hayattan kopan ama ölüme de tutunamayıp geçmişle geleceğin içinde birbirine karıştığı, derin ve tehlikeli bir zamansızlığa düşerek sakatlanan bu genç akrabalarını seçmişlerdi.

Osman ölüleriyle ne zaman konuşmaya başladığını hatırlamıyordu. Ne huzuru bulmasına ne de başarıyı yakalamasına yardımcı olan tuhaf ve karanlık zekâsıyla hem kendini hem çevresindekileri zehirleyerek, züppece kaprisler ve garip cinsel fantezilerle sancılanan bir hayatı sürüklemeye çalışırken ansızın yorulup dedesine ait bu eski köşke çekilmişti.

Onu buraya ölüleri mi getirmişti, yoksa ölülerini buraya geldikten sonra mı bulmuştu, bunu bilmiyordu. Ölüleriyle birlikte geçmişe kaçıp tarihin şaşırtıcı dehlizlerinde dolaşmaya koyularak, kendisini bunaltan kararsızlıklardan, acılardan, hayal kırıklıklarından kurtulmuştu. Kendisine kalan küçük mirasla gündelik ihtiyaçlarını karşılıyor, geçmişin acılarını iz leyerek, günün acılarından saklanıyordu.

İnsanlar onun deli olduğuna inanıyorlardı, o ise insanlanın aptal olduğunu düşünüyordu; ölülerin geçmiş hayatlarımı bütün açıklığıyla görmek, insanların aptallığına olan inancımı pekiştiriyordu. Ona hikâyelerini anlatan ölüleri, belki de en çok bu nedenle seviyordu.

Onun sevgili ölüleri, bu eski ve tozlu köşkte yapayalnız yaşayan Osman’ı her gördüklerinde, penceresi açılmış bir odadaki mum alevleri gibi, karşı koyamadıkları bir güçle hep birden ona doğru seyirtiyorlar, bedenleri gibi şeffaflaşmış kırgın ve kırık sesleriyle anlatmaya başlıyorlardı.

Hepsinin dehşet verici sırları vardı.

Bir alevi avuçlarında tutmaya çalışır gibi bir yandan tutkuyla ellerini kapatıp o sırları saklamaya uğraşırken, bir yandan da sakladıklarının yakıcılığına dayanamayıp avuçlanını açarak, sakladıklarının hiç olmazsa bir parçasını göstermek ihtiyacına kapılıyorlardı.

Gösterdikleri sırların içinde cinayetler, ayaklanmalar, ihanetler, günahkâr aşklar, acılı özlemler bulunuyordu; onları gösterirken bir yandan da saklamaya çabaladıklarından, anlattıkları, çelişkilerle, yalanlarla, unutuşlarla doluydu.

Ölülerinin anlatma isteğiyle saklama arzusunu bir arada görmek ise, Osman’a her zaman gizli bir üstünlük duygusu veriyordu.

Onu gördüklerinde hep birlikte konuşmaya başlıyorlardı. Aralarından birini seçip o uğultulu anlatımın ortasında yalnızca onun sesini duyup onu dinlemeyi öğrenmişti. Bu, ona ve onun gibi zamanın izini kaybetmiş olanlara özgü bir yetenekti ve her eksilttiğinin yerine bir şey veren ya da her verdiğinin karşılığında bir şey eksilten kaderin ona bağışladığı, zamandan kopmamış olanların değerini asla anlayamayacağı bir armağandı.

Korkuyla uyandığı o gece, ölülerinin arasında kendisini en çok eğlendiren Hasan Efendi’yi seçmişti dinlemek için; Hasan Efendi’nin sesinde, ölümün kırılganlığına rağmen anlattıklarından yansıyan bir haşmet, meydanı dolduran binlerce kişilik kalabalığın çalkantılı gürültüsü, geleceğin, sevinçli naraların altından sezilen sarsıcı dehşeti vardı. Osman, o sesin peşinden yürüyüp girdi dalgalanan kara bayrakların altındaki artık her biri çoktan unutulmuş bir ölü olan kalabalığın arasına.

Ayasofya, kıpkızıl bir deniz gibi kıpırdayan binlerce fesle çevrelenmişti. Kış güneşinin pırıltısı, kenardaki askeri birliklerin upuzun, dizi dizi süngülerine çarpıyor, hassa bölüklerinin sırmalı üniformaları, Arnavut muhafızların beyaz esvapları, Suriye zühaflarının bir ucu omuzlarına değen yeşil poşulan parlıyordu.

Otuz üç yıl süren bir istibdattan sonra meclisin açılmasını kutlamaya gelen kalabalık, meydana sığmamış; binlercesi, yüzlerce yıldır Bizans’tan Osmanlı’ya uzanan birçok iktidarı, ayaklanmayı, dallarına kelleler asılmış ağaçları, idamlan, kıyımlanı, taç giyme törenlerini görmüş olan ve gördüklerini sessiz bir vakarla kendine saklayan Ayasofya’nın damlarına, payandalarına, sütunlarına, minarelerine, çıkıntılarına tırmanmıştı.

Ayasofya’nın muhteşem kubbesinin tam tepesinde, devasa gümüş hilalin dibinde, akşama şeyhine anlatmak için çevresinde olanları gözleyip en ufak ayrıntıyı bile aklına yazan Hasan Efendi, yeşil sarığı ve uzun siyah cüppesiyle bir heykel gibi hiç kımıldamadan tek başına dikiliyor, göğe çizilmiş siyah bir siluet gibi en yüksekteki yalnız duruşuyla belki kalabalığın kendisinden bile daha etkileyici gözüküyordu.

Kalabalığın kenarında, dünyadaki bütün Müslümanların da halifesi olan Padişah’a karşı ayaklanarak Meşrutiyet ilan eden Selanik’teki Üçüncü Ordu’nun, Halife’ye bağlı olan molla takımı “Şeriat elden gidiyor!” naralarıyla ortalığı karıştırmasın diye özel olarak İstanbul’a getirilmiş haki üniformalı birlikleri dizilmişti. Bu birliklerin askerleri bellerine doladıkları fişekliklerle yetinmemişler, üniformalarının ceplerine de fişekler doldurmuşlar, gören herkesi, yeni düzene ayak uydurmaya ikna etmek için ürkütücü bir kararlılıkla duruyorlardı.

Halife’ye ve şeriata çok bağlı olan, hiçbir zaman İttihatçılardan hoşlanmayan Hasan Efendi, daha sonra Osman’a, yüzünde, bir ölüye hiç yakışmayan alaycı ve neredeyse sinsi bir gülümsemeyle, “Allah’ın bir işi,” demişti, “dört aya varmadan, şeriata karşı tedbir diye getirilen bu askerler şeriat isteriz, diye ayaklandılar da yüzlercesi İstanbul sokaklarında kıstırılıp kendi arkadaşlarınca kılıçtan geçirildi.”

Meydanın her yanında, üstlerine Kuran-ı Kerim’in askerliğe ait ayetlerinin gümüş sırmalarla yazılı olduğu siyah bayraklar dalgalanıyor, dinin ve askeriyenin bu toplum için önemini kara bir gururla hatırlatıyordu.

Yalnızca meydan değil, meydana giden sokaklar da imparatorluğun dört bir yanından kopup gelen Trakyalı çobanlarla, adalı denizcilerle, esrarlı yarımadalarının baharat kokulanını taşıyan Araplarla, kutsal kentlerden göçmüş Yahudilerle, bellerine piştovlar sokuşturulmuş Karadağlılarla, Bulgarlarla, Kürtlerle, Kırgızlarla, sürekli şarkılar söyleyip oynayan Çingenelerle, kısık gözlü Tatarlarla dolmuştu.

Bu karmakarışık kalabalık “hürriyetin” ilanından sonra satışı serbest bırakılan tabancalarını çekip çekip gökyüzüne ateş ediyor, hürriyet marşları silah seslerine karışıyordu.

Kalabalık kendi sesiyle ve coşkusuyla sarhoş bir halde kaynaşırken, uzaklardan ne olduğu tam kestirilemeyen bir uğultu yaklaşmaya başladı; insanlar kendilerine ulaşan o gümbürtülü sesin ne olduğunu hemen anladılar; mızraklı süvarileriyle Padişah’ın arabası geliyordu.

Arabayı görenler, sanki daha birkaç dakika önce Meşrutiyet’i alkışlayıp istibdadın yıkılışını kutlayarak hürriyet şarkıları söyleyenler kendileri değilmiş gibi çıldırmışçasına, “Padişahım çok yaşa!” diye bağırmaya başladılar.

İktidarının sınırsız ve tanrısal olduğuna inanırken ağır bir darbe yiyerek kendi ordusu tarafından yetkileri kısıtlanan ve o günden beri, olduğundan daha yaşlı ve sağlıksız görünen Padişah’ın, kalabalıkların karşısına çıkarken renk versin diye

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

  • Kategori(ler) Roman (Yerli)
  • Kitap Adıİsyan Günlerinde Aşk
  • Sayfa Sayısı504
  • YazarAhmet Altan
  • ISBN9786051416199
  • Boyutlar, Kapak13,5x19,5, Karton Kapak
  • YayıneviEverest Yayınları / 2021

Yazarın Diğer Kitapları

  1. Zarlar ~ Ahmet AltanZarlar

    Zarlar

    Ahmet Altan

    1900’lerin başlarında, yıkılmakta olan imparatorluğun başkenti İstanbul’da en çok saygı gösterilen kabadayılardan biri olan Arif ’in gölgesinde güvenle yaşayan iki kardeşin intikam hikâyesi Zarlar....

  2. Ölmek Kolaydır Sevmekten ~ Ahmet AltanÖlmek Kolaydır Sevmekten

    Ölmek Kolaydır Sevmekten

    Ahmet Altan

    Araba kumarhanenin önünde durdu, Nizam aceleyle indi arabadan, koşar adımlarla kumarhaneye girdi, piyano sesi yoktu, köşk sessizdi, yandaki salona yürüdü, piyanonun kapağı kapatılmıştı, gözleriyle...

  3. Aldatmak ~ Ahmet AltanAldatmak

    Aldatmak

    Ahmet Altan

    “Onunla bir kere daha buluşması, yaşadıklarını bir kaçamak olmaktan çıkaracak, kendisini bir labirent gibi içine alıp bu yaşananları bir daha kolay kolay dışına çıkılamayacak...

Bebhome Kahve

Aynı Kategoriden

  1. Bıyık Söylencesi ~ Tahsin YücelBıyık Söylencesi

    Bıyık Söylencesi

    Tahsin Yücel

    Birincisi, insanlar yaşadıklarını çok çabuk unutuyorlardı. İkincisi, özellikle sıra dışı bir nesneyi ya da kişiyi artık görmez oldular mı, görüntüsünü belleklerinde olduğu gibi saklamaya...

  2. Tatil Kitabı ~ Mahir Ünsal ErişTatil Kitabı

    Tatil Kitabı

    Mahir Ünsal Eriş

    “Memleket, bahçe içinde, kırık dökük ama temiz ve tertipli, kireç boyalı, duvarlarına kızartmayla tüp gaz kokusu sinmiş tek katlı bir evdi… Uzun hem de...

  3. Yorgun Savaşçı ~ Kemal TahirYorgun Savaşçı

    Yorgun Savaşçı

    Kemal Tahir

    “Memleketin en kötü günlerinde düşmanlar iyice içeri doldukları sırada, başından beri politikaya karışmamış, orta rütbede, dövüşken Türk subayının, ordusuz kalma dramını anlatmak istedim.” Yorgun...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur