Bereket Denizi dörtlemesinin ikinci kitabı olan Kaçak Atlar, vatansever bir grubun hazırladığı ayaklanmayı anlatıyor. Değişen toplumsal düzenin kafa karışıklığı yarattığı ve siyasi otoriteye şiddet eylemleriyle karşılık verildiği 1930’larda geçen roman, Japon fanatizminin köklerini ve doğasını irdeliyor. Yukio Mişima, Kaçak Atlar’da Japonya’nın toplumsal temellerinin sarsıldığı yılları, yüzyıllardır süregelen kültürel ruhun yankılarıyla harmanlayarak etkileyici bir biçimde betimliyor. Tarih, fikirler ve karakterler itibarıyla dörtlemenin ilk kitabı Bahar Karları’yla bağını koruyan Kaçak Atlar, tek başına da okunabilecek bir roman.
“Bu kitaplara,” diyor Yukio Mişima, “yaşamla ve bu dünyayla ilgili hissettiğim ve düşündüğüm her şeyi yansıttım.”Bereket Denizi, Japonya’yı asırlar boyunca besleyen kültürel unsurların birer birer yok edilişinin destansı hikâyesi. Hayatı da romanları kadar çarpıcı olan Yukio Mişima’nın sayfalarında gezindikçe, bir kültürle birlikte bu kültüre inanmış yazarın da kendi sonuna doğru nasıl ilerlediğini görebiliyoruz.
1
1932 yılıydı. Şigekuni Honda otuz sekiz yaşındaydı. Daha Tokyo İmparatorluk Üniversitesi’nde hukuk öğrencisiyken, devlet hizmeti için gerekli sınavı vermiş, mezun olduktan sonra da deneme süresini tamamlamak üzere Osaka Bölge Mahkemesi’ne atanmıştı. O günden sonra Osaka’da yaşamaya başladı. 1929 yılında yargıç oldu, geçen yıl da, önce Bölge Mahkemesi’nde yargıç yardımcılığına, sonra da Osaka Temyiz Mahkemesi üyeliğine getirildi.
Honda, yirmi sekiz yaşındayken evlenmişti. Karısı, babasının dostlarından birinin, 1913 yılında yapılan hukuk reformu sırasında emekliliğe zorlanmış bir yargıcın kızıydı. Düğün Tokyo’da yapılmış, hemen ardından da Osaka’ya yerleşmişlerdi. Aradan on yıl geçmesine karşın karısı ona çocuk veremedi. Rie alçakgönüllü, yumuşak başlı bir kadındı; uyumlu bir evlilikleri vardı.
Babası üç yıl önce ölünce Honda baba yadigârı evi boşaltmayı, annesini Osaka’ya getirtmeyi düşündü. Ama annesi karşı çıktı, Tokyo’daki büyük evde bir başına yaşamayı yeğledi.
Honda’nın karısı, kiraladıkları evi bir hizmetçinin yardımıyla çekip çevirmekteydi. Evin ikinci katında iki, giriş katındaysa holle birlikte beş oda vardı. Bahçesi yetmiş metrekareden biraz fazlaydı. Honda eve ayda otuz iki yen kira ödüyordu.
Haftanın üç gününü mahkeme binasında geçiriyor, öteki günlerse evinde çalışıyordu. Temyiz Mahkemesi’ne gitmek için Tennoji Mahallesi’ndeki Abeno’dan tramvaya biniyor, kent merkezindeki Kitahama’ya gidiyordu. Sonra, Tosabori ve Dojima ırmaklarıyla adliye binası arasındaki köprülerden geçiyordu; adliye binası Hokonagaşi Köprüsü’ne çok yakındı. Kırmızı tuğladan yapılmış olan binanın girişinde, imparatorluğun arması olan kocaman bir kasımpatı pırıl pırıl parlıyordu.
Bezden yapılma furoşiki çantası olmayan yargıç yoktu. Her zaman eve götürülmesi gereken bir sürü belge olurdu, bunlar genellikle evrak çantasına sığmazdı, bezden bir bohçaysa ya çok küçük ya da çok büyük geliyordu. Honda, Daimaru mağazasından aldığı orta boy, müslin bir furoşiki kullanıyor, ne olur ne olmaz diyerek onun içinde de katlanmış, ikinci bir çanta daha taşıyordu. Bu furoşiki’lerin yargıçlar için yaşamsal önemi vardı, onları yanlarından ayırmazlardı. Honda’nın meslektaşlarından hiçbiri, furoşiki’sinin düğümünün altından geçirdiği bir ipi boynuna dolamadan sokağa çıkmaz, eve dönerken içki içmek için onsuz bir bara bile uğramazdı.
Honda’nın kararlarını verirken yargıçlara ayrılmış olan odayı kullanmaması için hiçbir neden yoktu. Ama duruşma olmadığı günler tıka basa dolan oda ateşli hukuk tartışmalarıyla çınlar, deneme süresini tamamlamaya çalışan kâtipler kulaklarını saygıyla dikip her şeyi duymaya çalışırlardı. Bu koşullarda Honda’nın salim kafayla bir karara varması olanaksızlaşırdı. O da bu yüzden evde geç saatlere kadar çalışmayı yeğliyordu.
Şigekuni Honda’nın uzmanlık alanı ceza hukukuydu. Ceza bölümü küçük olduğu için Osaka’nın bu alanda çok sınırlı bir ilerleme olanağı sağlayabileceğini biliyor ama aldırmıyordu.
Evde çalışırken bütün geceyi polis kayıtlarını, savcının çıkardığı dava özetlerini ve davaların bir sonraki duruşmada incelenecek olan ön sorgulamalarını okuyarak geçirdiği olurdu. Özet çıkardıktan, notlar aldıktan sonra elindeki malzemeyi bir üst yargıca devredecekti. Bir karara varılmasının ardından, bunu başyargıç için kaleme almak Honda’nın göreviydi. “Gereği düşünülmüştür, mahkemenin kararı burada belirtildiği gibidir” yazılı belgeyi sonunda bitirdiğinde gökyüzü çoktan aydınlanmaya başlamış olurdu. Başyargıç karar metnini gözden geçirdikten sonra Honda’ya geri verir, o da yazı fırçasını eline alıp belgenin son kopyasını çıkartırdı. Sağ elinin parmakları bir kâtibinki gibi nasır tutmuştu.
Geyşalı partilere gelince; Honda yalnızca Kita’nın Kırmızı Fenerli Sokağı’ndaki Seikanro’da kutlanan, geleneksel yıl sonu eğlencesine katılırdı. O gece astlarla üstler kaynaşır, gönüllerince eğlenirlerdi, zaman zaman pirinç rakısının yüreklendirdiği birinin başyargıca alışılmamış bir gözüpeklikle seslendiği de olurdu.
Daha çok, Umeda-Şimmiçi Kavşağı’ndaki tramvay durağının çevresindeki kafelerde ya da oden dükkânlarında toplanıp içki içerlerdi. Bu kafelerin kimisi sınırsız hizmetler sunardı. Garson kızlardan birine saati sorduğunuzda kız tombul baldırına taktığı saatine bakmak için eteğine sıyırıverirdi. Bazı yargıçlar bu tür şeyler için fazla ağırbaşlıydılar, kafelerin salt kahve içmeye uygun yerler olduğuna inanırlardı. Bunlardan biri, zimmetine para geçiren bir davalının duruşmasında, adamın zimmetine geçirdiği on bin yeni kafelerde harcadığını duyunca öfkeyle haykırmıştı:
“Nasıl böyle bir şey söylersin? Bir fincan kahve yalnızca beş sen tutar. On bin yenlik kahve içtiğini mi söylemeye çalışıyorsun?”
Devlet memurlarının maaşlarından yapılan yasal kesintilerden sonra Honda’nın eline ayda üç yüz yene yakın para geçiyordu, bir alay komutanının aylığına eşitti bu, Honda’ya rahat rahat yetiyordu. Meslektaşları boş zamanlarını çeşitli eğlencelerle dolduruyorlardı: Kimisi kitap okuyor, kimisi Kanze’deki şan ya da no1 kurslarına katılıyor, kimileri de haiku2 yazmak ve şiirleri resimlerle betimlemek için bir araya geliyordu. Ama bu buluşmaların çoğu, buluşup içki içmek için birer bahaneydi.
Bir de, özellikle Batı hayranı olan yargıçlar vardı, bunlar dansa giderlerdi. Honda danstan fazla hoşlanmazdı ama meslektaşlarının sık sık danslardan söz ettiklerini duyuyordu. Yasalar Osaka’da dansı yasakladığı için meraklılar ya Katsura ve Keage adındaki dans salonlarıyla ünlü Kyoto’ya ya da Amagasaki’de, ıssız çeltik tarlalarının ortasındaki Kuise’ye gitmek zorundaydılar. Amagasaki’ye kadar taksi ücreti bir yendi. İnsan yağmurlu bir gecede, bir lise binasına benzeyen dans salonuna yaklaşırken, dans eden çiftlerin aydınlık camlarda bir görünüp bir kaybolan gölgelerini görür, yağmurda parlayan çeltik tarlalarının öte ucundan duyulan fokstrot müziği gizemli bir nitelik kazanır.
İşte o sıralarda Honda’nın yaşamı böyleydi.
2
Otuz sekiz yaşına bastığını ayrımsayan erkeğin durumu ne kadar tuhaftır! Gençliği artık uzaklarda kalmış bir geçmişe aittir. Öte yandan, gençliğinin sona ermesiyle birlikte başlayan ve şimdiye uzanan anımsama dönemiyse onda bir tek canlı izlenim bile bırakmamıştır. Bu yüzden de gençliğiyle arasında kırılgan bir engelden başka bir şey olmadığına inanmakta direnir. Hemen yanıbaşındaki, bu komşu ülkenin seslerini inanılmaz bir açıklıkla duymaktadır ama aradaki engeli aşmanın hiçbir yolu yoktur.
Honda gençliğinin, Kiyoaki Matsugae’nin ölümüyle sona erdiğine inanıyordu. O anda içindeki gerçek bir şey, göz kamaştırıcı bir ışık saçan bir şey ansızın sönüvermişti.
Bazen gecenin geç saatlerinde dava özetlerini okumaktan bıkıyor, Kiyoaki’nin bıraktığı düş güncesini eline alıp sayfalarını çeviriyordu.
Güncenin büyük bölümü, saçmasapan bilmecelere benzeyen şeylerle doluydu ama düşlerin kimisinde alttan alta Kiyoaki’nin zamansız ölümü seziliyordu. Yüksekçe bir yerden tahta tabutuna baktığını, gündoğumundan hemen önceki karanlığın yerini usul usul lacivert bir renge bıraktığını gördüğü o rüya, önceden kestirilemeyecek bir biçimde, bir buçuk yıldan da az bir sürede gerçekleşmişti. Tabuta sarılan dul kadınsa besbelli Satoko’ ydu, oysa Satoko, Kiyoaki’nin cenazesine katılmamıştı.
Aradan on sekiz yıl geçmişti. Düşle gerçeği ayıran çizgi Honda için artık ayırt edilemez olmuştu. Dostundan kalan tek andaç olan bu defterde dostunun kendi eliyle yazdığı sözcükler vardı; Honda için çok değerliydi. Elekte kalan bir avuç altın tozuna benzeyen bu düşler mucizelerle doluydu.
Zaman geçtikçe düşle gerçek Honda’nın değişik anılarında eşit değere sahip oldular. Gerçekten olmuş bir şey, olabilecek başka bir şeyle karışıyor, onunla birleşiyordu. Gerçeklik yerini hızla düşe bırakırken, geçmiş tıpatıp gelecek gibi görünüyordu.
Honda gençken onun için tek bir gerçeklik vardı, yoğun olanaklarla dolu gelecekse çoğalarak önünde uzanıyordu sanki. Ama yaşlandıkça gerçek farklı biçimler almaya başladı, sayısız olasılığa bölünmüş görünense artık geçmiş zamandı sanki. Bunların her biri kendi gerçekliğine bağlı olduğu için, düşle gerçeği ayıran çizgi giderek daha da belirsizleşti. Honda’nın anıları sürekli bir akış halindeydi, artık bir düş görüntüsü almışlardı.
Bir yandan, daha dün tanıştığı kişinin adını anımsayamazken öte yandan, Kiyoaki’yi her düşündüğünde dostunun yüzü olanca canlılığıyla gözlerinin önünde beliriyordu; tıpkı bir karabasanın anısının insanın kafasında her sabah geçtiği, bildik bir sokaktan çok daha canlı olması gibi. Honda otuz yaşına bastıktan sonra boyanın yavaş yavaş dökülmesini andıran bir şey oldu; insanların adlarını unutmaya başladı. Bu adların taşıdığı gerçeklik, herhangi bir rüyadan daha ömürsüz, daha değersizdi artık; günlük yaşamın atığı, çöpü.
Honda gelecekte kendisini hiçbir büyük sürprizin beklemediğinden emindi. Dünyayı sarsacak yeni bir karışıklık çıksa bile Honda’nın işlevi hep aynı kalacak, o her sarsıntıya hukukun akılcı, araştıran gözleriyle bakacaktı. Atmosferi mantık olan kürenin havasına tam anlamıyla uyum sağlamıştı. Bu nedenle de Honda için düşlerden de, gerçeklikten de daha geçerli olan tek şey, mantıktı.
İlgilendiği, bitmek tükenmek bilmez ceza davaları sonucunda elbette tutkunun çok daha aşırı biçimleriyle tanışmıştı. Kendisi böylesi bir tutkuyu hiç tatmamıştı ama tek bir tutkuya ölesiye tutsak olmuş pek çok insanla karşılaşmıştı.
Gerçekten de güvenlikte miydi? Honda bu sorunun aklına her takılışında yıllar önce, pırıltılı bir tehlikenin kendisini tehdit etmiş olduğu duygusuna kapılıyordu; tehlike, son bir kez parlayan büyük bir alevle sona ermişti. O andan sonra da Honda ne kadar zorlanırsa zorlansın baştan çıkmamıştı – bu özgürlüğü, o günden sonra kuşandığı zırha borçluydu. Geçmişteki tehlike de, onu yaratan da, Kiyoaki’ydi.
Honda bir zamanlar, Kiyoaki’yle paylaştığı günleri anmaktan zevk alırdı. Ama bir erkek yaşlandıkça gençlik anıları artık onun yalnızca yeni deneyimler için bağışıklık kazanmasını sağlar, o kadar. Otuz sekiz yaşına gelmişti. İnsanın, artık yeterince yaşadım; ama gençliğimin sona erdiğini kabullenmeye hazır değilim, demeye nedense yanaşmadığı bir yaştır bu. İnsanın deneyimlerinden aldığı tadın hafifçe bozulduğu, yeni şeylerden her gün biraz daha az zevk almaya başladığı bir yaş. Aptalca eğlencelerin çekiciliği hızla yitmeye başlar. İşine duyduğu bağlılık Honda’yı duygularına kapılmaktan korudu. Anlaşılması güç, soyut mesleğine âşık olmuştu.
Akşam eve dönünce, çalışma odasına kapanmadan önce karısıyla birlikte yemek yerdi. Evde çalıştığı günler akşam yemeği saati altıydı fakat mahkemeye gittiği günler belli olmazdı, bazen sekize kadar adliyede kaldığı oluyordu. Ama en azından, ön duruşmalara başkanlık ettiği günlerdeki gibi gece yarıları mahkemeye çağrılmıyordu artık.
Eve ne kadar geç dönerse dönsün, Rie yemeğini yemez, onu beklerdi. Geç kaldığı zaman, karısı hemen koşup yemeği ısıtırdı. Honda beklerken bir yandan gazetesini okur, bir yandan da karısıyla hizmetçinin mutfaktan gelen seslerine kulak verirdi. Yemek zamanı Honda için günün, kendini en rahat hissettiği zamanıydı. Evindeki düzen kesinlikle farklıydı ama yine de babasının gazete okurkenki görüntüsü sık sık takılıyordu aklına. Nedense gitgide babasına benzemişti.
Elbette farklılıklar vardı. Babasının Meiji Dönemi’ne özgü o zorlama sertliğinden Honda’da iz yoktu. Bir kere…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Çağdaş Dünya Edebiyatı Japon Edebiyatı Roman (Yabancı)
- Kitap AdıKaçak Atlar - Bereket Denizi: 2
- Sayfa Sayısı448
- YazarYukio Mişima
- ISBN9789750725296
- Boyutlar, Kapak12,5x19,5 cm, Karton Kapak
- YayıneviCan Yayınları / 2023
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Lazarus ~ Lars Kepler
Lazarus
Lars Kepler
40 DİLDE 17 MİLYON OKUR Gizemli bir katil Avrupa’nın en azılı suçlularını vahşice öldürür. Polis, iki kurbanın dedektif Joona Linna’yla bağlantısının olduğunu keşfeder. Katilin...
- Sessizlik (Ciltli) ~ Becca Fitzpatrick
Sessizlik (Ciltli)
Becca Fitzpatrick
Hush, Hush serisi 3. kitap “Becca Fitzpatrick’in kaleme aldığı aşk büyüleyici.” The Book Cellar “Unutulmaz karakterler, harika diyaloglar, etkileyici espri anlayışı ve karanlık olduğu...
- Kağıttan Kentler ~ John Green
Kağıttan Kentler
John Green
Kendini ararken kaybolmanın ve yeni bir başlangıçla hayat ile aşkı keşfetmenin hikâyesi… Quentin Jacobsen tüm hayatını, maceraperestliğin kitabını yazmış Margo Roth Spiegelman’ı uzaktan severek...