“Aşk ne kadar çok şey olabilirdi, bunu anladım.”
Eserleri yirmiden fazla dilde okunan Norveçli yazar Erlend Loe, kült metinlere dönüşen “Doppler” ve “Bildiğimiz Dünyanın Sonu”ndan önce, henüz 24 yaşındayken kaleme aldığı, beyazperdeye de aktarılan “Kadının Fendi”nde, değişen ilişki biçimlerine ve kadın-erkek rollerine esprili ve incelikli üslubuyla yaklaşıyor: Muhtemel aşk mı, ezeli düşman mı?
Postmodern dünyanın aynasında yerini yönünü bulmakta zorlanan genç bir adamla o adamın tekdüze hayatına bir anda dahil olan kararlı bir genç kadının inişli çıkışlı ilişkisine odaklanıyor Loe: Sınırlarını her geçen gün biraz daha genişleten Marianne’nin yaşam alanıyla birlikte kalbini de işgal etmesi karşısında ne yapacağını bilemeyen genç adamın önünde iki seçenek vardır: Ya kendine özgü düşünceleri, tuhaf arzuları, sıradışı dramları ve sarı komodiniyle hayatının baş köşesinde fırtınalar estiren Marianne ile mücadele edecek ya da direnmeyi bırakıp onun dümen suyuna girecektir.
Birinci Bölüm
1) Daha sık gelmeye başladığı günlerdi. Gece vakti, tam yatmadan önce. Oturup konuşmaya başlıyordu. Sessizliği ne kadar sevdiğinden, tek başına olmanın ne kadar iyi bir şey olduğundan dem vuruyordu hep. Konuşuyor, hiç susmuyordu. Arada uyukladığım, bir an içimin geçtiği oluyordu ama o hiç farkına varmıyordu. Her seferinde küçük bir sarsmayla, bazen de gırtlaktan gelen bir sesle uyanıyordum.
Kendime geldiğimde onu hâlâ konuşurken buluyordum. İki insanın birlikte yaşayabileceği harika sessizlik, bir insanın diğerine gösterebileceği sonsuz duyarlılık hakkında. Uyumdan bahsediyordu. İletişimden. Ama çok hızlı konuşuyordu. Ya bir dakika, affedersin ama ne diyorsun, demeye pek fırsatım olmuyordu. Orada öylece oturmuş, sessizce başımı sallıyordum; biraz abartılı, dışarıdan bakılınca pürdikkat dinleyerek. “Evet, kesinlikle öyle” dedim ve başımı gayet ciddi bir şekilde salladım, Allah aşkına, evet tabii ki. Ona baktım, bacaklarına, dudaklarına. Çok güzeldi dudakları. Bu laf salatasının ötesinde bir yerde benimle buluşmak için bakışımı yakalayacağını kesinlikle biliyordum. Bakışım tam yerindeydi, onun bir adım önündeydi. Bekliyordu. Devam etmek için gözlerime bakmaya her ihtiyaç duyduğunda uzun aralar veriyordu. Bu araları öğrenmiştim. Beş gecemi almıştı. Saymış değilim aslında.
2) Bir gece her zamankinden daha geç geldi. Yatmıştım. Elime ilk geçen donu alelacele üzerime geçirdim. Bütün donlarımın en adisi buydu. Paçalarında neredeyse hiç lastik kalmamıştı, ciddi ciddi bir eteğe dönmüştü. Sürekli dikkatli olmam, hep düzgün oturmam gerekiyordu bir şeyleri aniden fora etmeyelim diye. Üzerime pantolon geçirmemin daha da talihsiz bir durum olacağını düşünüyordum: Bende kalabileceğine, uyumayı hiç mi hiç düşünmediğime, gecemin sonunun gelmeyeceğine yorabilirdi bu durumu.
Ne kadar doğru bir karar verdiğimi anladım ve aynı zamanda donla dolaşan bir insanla pantolonla dolaşan bir insan arasında neredeyse hiç hesaba katılmayan dünya kadar fark olduğunu gördüm. Pantolonlu insan her şeye hazırdır. Her türlü vukuat olabilir. Oysa donla dolaşan biri özgürdür. Üzerinde don olan birine gece yarısı dolaşmaya çıkmayı teklif etmek zordur – gerçi bunu sorsaydı da şaşırmazdım.
Her zamanki koltuğuna oturdu, her zaman aynı koltuk. Kül tablasına yakın olan. İlkin, her zamanki gibi sessizlikten ne kadar hoşlandığını söyledi; bu onun için önemliydi, muhtemelen anlayabileceğimin çok daha ötesinde. Başımı salladım. Ondan sonra babasından söz etmeye başladı. Aralarının çok kötü olduğunu söyledi ve çocukluğu boyunca babasının yaptıklarını, söylediklerini ve yapmadıklarını, söylemediklerini anlattı. Uyuyakalmış olmalıyım (benim için en zor saatler gece yarısı iki ve üçtür) çünkü aniden uyandığımı ve çocukluğunun dönüm noktası olan bölümü dinlediğimi hatırlıyorum. Sadede gelmişti.
Anlattığı şey beni çok şaşırttı, sonunda ona karşılık verebildiğim için de keyiflendim, hayatta duyduğum en berbat şey bu, dedim ve bu meseleyi bir an önce halletmesini önerdim.
“Canına oku ya! Olacak iş değil! Sen yetişkin bir kadınsın” dedim. “Baban olacak adamla hesaplaşmalısın.” Hemen onu araması gerektiğini düşünüyordum, kesinlikle, hemen ertesi gün. Ne bekliyordu ki?
Sonra uzun uzun birbirimize baktık. Ben de konuşmuş, onunla ilgilenmiştim. Bu atlanacak bir şey değildi. Hassas biri olduğumu düşünüyor mu acaba diye merak ettim.
3) Ertesi gün ofisteyken Bay Slind-Hanssen diye biri aradı.
“Size nasıl yardımcı olabilirim?” diye sordum.
“Şimdi ben konuşacağım” dedi.
“Tabii ki, dinliyorum” dedim. Ve birdenbire, azıcık geç oldu ama, onun kızın babası olduğunu anladım. Acayip kızmıştı. Ahizeyi kulağımdan uzakta tutmam gerekti. Marianne (kızın adı buydu) bu sabah erkenden ona gitmişti. Ağzına geleni söyleyip adamın kahvaltısını (haşlanmış yumurtasını, kahve fincanını, bektaşi üzümü reçelini) yere atmıştı; sonunda onu anlayıp aklını başına getiren bir adama (bana) rastladığını söylemişti.
Onu bir daha asla görmeyeceğini anlaması için her şeyi yapmıştı. Sonra da tavandaki lambayı o kadar çok yakıp söndürmüştü ki ampul bozulmuştu; bir yandan da sürekli onun hayatını mahvettiğini, çocukluğunu cehenneme çevirdiğini, her şeyi berbat ettiğini, suçun yalnızca onda olduğunu, her şeyin ama her şeyin suçunun, suçunun, suçunun yalnızca onda olduğunu çığlık çığlığa haykırmıştı.
“Ama her şeye rağmen sizden nefret ettiğini söylememiş, arada sırada herkesin içini dökmeye ihtiyacı var, aranız düzelir yine, sizce de öyle değil mi?” diyerek adamcağızı neşelendirmeye çalıştım. Ama hayır. Düzeleceğine inanmıyordu. Ve kendime dikkat etmem gerektiğini düşünüyordu. Bunu birkaç kez tekrarladı (Kendinize biraz dikkat etmeniz gerektiğini düşünüyorum; terbiyesiz, çok terbiyesiz bir adamsınız). Benim gibi arızalı birinin, kızıyla (biricik kızıyla) ne yaptığını düşünemiyordu bile. Kızının sonu olacağımı sesimden anlayabildiğini söyledi.
Durumun ciddiyeti sonunda kafama dank etti ve onunla ilişkisini kesmesi için Marianne’yi kesinlikle cesaretlendirmediğimi söyledim, asla böyle bir niyetim yoktu. Lafımı böldü ve karşısına çıkacak olursam, muhtemelen suratıma bir yumruk yiyeceğimi söyledi titreyen bir sesle.
4) Ve Marianne bana gelmeye devam etti. Öncekinden de büyük bir hevesle, sanki daha hevesli olmak pek mümkünmüş gibi. Bana ufak tefek şeyler getirmeye başladı. Portakal çayı, bir gece salatalık, bazen de Nidar-Bergene çikolata fabrikasında yarı zamanlı çalışan şeker hastası arkadaşının getirdiği çikolatalar.
“Evet, sadece yarı zamanlı çalışıyor” diye açıkladı Marianne; neden öyle yapıyor diye sormam gerektiği ayan beyan ortadaydı. “İşte bu Nidar-Bergene, yalnız bir anne ve bu yüzden sabahları erken kalkması biraz zor” diye açıklamada bulundu. Tok bir kahkaha attı; sabah erken kalkmanın ne kadar berbat bir şey olduğunu ikimizin de anlayabileceğini ve bu konuda hemfikir olduğumuzu varsayan şekilde gözlerini devirdi. Başımı salladım ve gözlerimi devirdim.
Duygudaşlıkla gözlerimi devirdim.
Ama geceleyin yorgunluğa yenik düştüm.
5) Bir gece beni öpmek istedi. Tam vakti olduğunu düşünmüş olmalı. Nefesini içine çektiğini ve kıpırdayan dudaklarını büzdüğünü gayet net gördüm. Öne doğru eğildi.
“Portakal çayı ister misin” diye sordum. (“Bal da var.”)
“Evet, balın var mı?” diye sordu yavaşça.
6) Sinemaya gittik. İnsanı canından bezdiren, berbat bir filmdi. Filmin sonunda, bizim adam kendini dağdan aşağıya attı. Ben ağladım, eve gitmek istedim. Bir kafeye girdik. Marianne biraz bira içelim, sigara tüttürelim ve film üzerine konuşalım istedi. Filmin onu ne kadar mutlu ettiğini anlatmak için iki tane yarım litre bira devirdi. Özellikle filmin sonunu beğenmişti. Çok kararlı bir şekilde, adamımızın kanatlanıp uçtuğuna inanıyordu ve dağın dibinde can vermiş olarak yattığı ihtimalini göz önünde bulundurmayı kesinkes reddediyordu. “Bak şimdi” dedim. “Adamın atladığını gördük, gözden kayboldu Marianne, ölüme atladı.” “Birazcık aşağıya doğru düştü ama sonra uçtu.” Bunu nasıl bilebilirdi ki? (Film orada bitti yahu.) Ama öyleydi işte, biliyordu.
7) Onu görmemek için bakışımı kaçırdım. Bir süre kül tablasına gözümü diktim. Skor 2-2 idi, ancak ben öndeydim çünkü ilk izmariti pencereden atmıştım.
8) Marianne beni işten aradı. Sesi keyifli ve hoş geliyordu. “Aynı fikirde olman iyi” dedi. Akşam için ne konuştuğumuzu hatırlamaya çalıştım ama aklıma hiçbir şey gelmedi. “O zaman sana geliyorum” dedi. Ahizeye doğru başımı sallayıp olur gel, dedim, kesinlikle iyi olur.
9) Aynı akşam bana taşındı. On iki orta boy karton kutu ve krem sarısı komodiniyle.
10) Yüzme havuzuna gitmeye başladım. Yapılabilecek tek mantıklı iş buydu. Kendime ait az bir zaman. Yıllık kart çıkarttım. Beyaz plastikten on delikli güzel bir kart, üzerinde solgun bir mürekkeple adım yazılı. İşten sonra her gün havuza gittim ama o tuhaf ortama uyum sağlama gayretlerim boşa çıkıyordu. Saatlerce saunada oturup kitap okudum. “Çok zayıfladın” dedi Marianne. Çok zayıfladım.
11) Tam bir hafta boyunca, koca göbekli, yaşlıca bir adam peşimden ayrılmadı. Duşta, saunada, soyunma odasında, saç kurutma makinelerinin altında, her yerde peşimdeydi. Çok acayipti. Kitaptan başımı kaldırdım. Buharın arasında gözlerimiz buluştu ve bu bakış hiç de umduğum gibi değildi. Sakin, teklifsiz, neredeyse bezgin. Duşa girdim… Sonra, ayakkabılarımı bağlarken yine geldi. İkimiz de ayakkabılarımızı bağladık, sessizce. Sonra bir şeyler dedi, yüzücü gözlüğü almam gerektiğini söyledi ve bir sürü markayı bir çırpıda sıraladı. “Bu, kesinlikle dikkate alman gereken bir şey” dedi, böylelikle gözlerimin kızarmasını önlermişim.
12) Eve geldiğimde Marianne hep orada oluyordu. Göbekli adamın söylediklerini anlattım. Hâlâ nemli olan saçlarımı üfleyip bunun hemen hayata geçirmem gereken harika bir fikir olduğunu söyledi. Ertesi gün şehirde buluşmak üzere sözleştik. Yüzücü gözlüğü seçerken yanımda olmak istediğini söyledi, en iyisini almama dikkat edecekti. “Evet, görünüşün bizi aldatmasına izin vermemeliyiz” dedim.
13) Öğlen yemeğine biraz erken çıktım ve Marianne’yle buluşmaya gittim. “Çok bekledin mi?” “Evet ama fark etmez” oldu cevabı çünkü kocaman ve çok lezzetli bir dondurma yemişti. “Ne!” diye bağırdım, “Ekim ayında mı? Yapma ya Marianne, gerçekten ekim ayında dondurma mı yiyorsun?” “Evet, ekimde dondurma yiyorum, ayrıca keyfim ne zaman isterse o zaman da yiyorum.” “Bundan hiç hoşlanmadığımı söylemeliyim!” diye bağırdım, “Her şeyin bir zamanı var Marianne! Ve ekim ayının dondurma sezonu olmadığını sen de pekâlâ biliyorsun!” “Sezonu ama…” “Hayır, değil!” “Evet, öyle” dedi. Ve ben yeniden bağırdım, tam kulağının içine; “Hayır, değil lan işte!” Ortalık sessizliğe büründü.
Bir müddet sonra özür diledim ve aptallık ettiğimi söyledim. Aklımı kaçırmış olmalıydım. Salağın tekiydim. Büyük bir pişmanlıkla, “Beni affedebilir misin, Marianne?” dedim. “Evet” diye cevap verdi sadece.
Sarıldık ve sonra elimi tutup beni kararlı bir şekilde dükkâna soktu.
Şimdi dananın kuyruğu kopmak üzere, dedim.
14) Dükkândaki yüzme malzemeleri bir duvarı neredeyse boydan boya kaplıyordu ve onlarca farklı gözlük çeşidi vardı. İnsanın üstüne üstüne gelen bu görüntü beni daralttı. Elimi uzatıp Speedo marka bir gözlük aldım. Parlak camlı ve siyah plastiktendi. Şöyle bir yokladım; evet, bu gözlüğe bayıldım. Paketin üzerinde “Süper Koruma Gözlüğü” yazıyordu ve arka yüzde Caring başlığı altında bir sunum vardı. “Deniz gözlüğü ne demek?” diye sordum. “Yüzme gözlüğü” dedi Marianne. “Tamam, bunu alıyorum.” “Hayır, kesinlikle almıyorsun” dedi, “Sakin ol bakalım.” Bir adım geriye çekildi ve uzun bir süre ses çıkarmadan durdu.
Bir tezgâhtar, çaktırmadan bize doğru yaklaşmaya başladı. Ben Marianne’nin etrafında dolanırken, o da gözlüklere gözünü dikmiş bakıyordu; “Bak şimdi” dedi. Tezgâhtar aniden dibimizde bitiverdi: “İyi günler.” Marianne, sana da, dedi. Belki bize yardımcı olabilirdi. Hevesle başımı salladım ama Marianne kararlı bir şekilde hayır, dedi. Yalnız kaldık ve biraz daha bakınıp durduk. “Bu” dedi Marianne sonunda, “Bu, başkası değil.” Kırmızı plastikten, koyu renk camlı Champion koruma gözlükleri; ultraviyole koruması da var. En pahalılarından. “Bu pahalı gözlükle ne yapacağım?” dedim. Ancak Marianne beni kenara çekti, “Şimdi beni bir güzel dinle” dedi. “Yüzme havuzuna yıllık kart çıkarttın mı, çıkartmadın mı?” Burun mandalı da almam gerektiğini düşünüyordu. Daha doğrusu elastik bantlı, lastik uçlu paslanmaz çelikten Speedo burun mandalı (herkese uyan) olacaktı. Yine de bana uymayacağı duygusu içimi kemiriyordu ama Marianne bana baktı ve evet anlamında sessizce başını salladı. “Haydi ama…” 180 kron ödedim.
Dışarı çıkarken birbirimizin beline sarıldık, kazıklanmamıza engel olduğu için Marianne’ye teşekkür ettim.
15) Geceleri genellikle evde oluyorduk. Marianne ve ben. Tenimden klor kokusu yayılıyordu, Marianne öyle diyordu. Arada sırada yüzme gözlüğümü takmamı istiyordu. “Yoooo” dedim ve utanarak burnumdan soludum. “Hadiii ama… Onu takınca çok haşin görünüyorsun.” “Geç oldu ama” mazeretini salladım. “Kes artık” dedi. Gidip gözlüğü taktım. Bu onu baştan çıkarıyordu. Divanda sevişmek istedi. “Yapma ya” dedim. Ama o, vücutların, bizim için en iyisini yapabilen hoyrat vücutlarımızın ne kadar güzel olduğundan söz etmeye başlamıştı. Dudaklarına baktım ve o bakışlarımı her aradığında, bakışlarını yakalamaya dikkat ettim. Sonra yine dudaklarına baktım. Dudaklarının kenarları açık pembe, içe doğru olan kısmı ise koyu kırmızıydı. “Bedeninle zahmetsiz bir ilişki kurmaya çalışmak çok önemli” dedi. Başımı salladım. Ve son cümleyi kurarken üzerindekileri çıkardı (“Orada öyle durma” dedi). Sonunda onun güzelliğini ve ayrıca beni güzel bulduğunu fark ettim; daha fazlasına gerek yoktu. “Yüzme gözlüğünle bak bana” diye inledi. Ve ona baktım.
16) Marianne bir şişe kırmızı şarap aldı. Yüz krondan fazla tutmuştu, harika bir iş yaptığını düşünüyordum. Ama şarap açacağını bulamadık. “Hayret bir şey” dedim, “Nereye girmiş olabilir?” Uzun süre aradık. Bütün çekmeceleri birkaç defa açıp kapattık. İşin aslı, şarap açacağım yoktu. Hiç şarap içmezdim.
Ancak Marianne bir yöntem biliyordu (“Bak şimdi” dedi). Şişeyi baldırlarının arasına sıkıştırdı ve sert biçimde dibine vurdu, nereden baksanız bir on dakika boyunca. Hiçbir şey olmadı. “Bak, mantarın havaya fırlayacağını sanıyorsan yanılıyorsun” dedim, “Şarap gazlı bir içecek olmadığından bu, mümkün değil.” Ama o öyle sanıyordu. Bu yöntemi Polonyalı birinden öğrenmişti. “Becerebilmiş miydi bari?” diye sordum. Cevap vermekte tereddüt etti. “Seni kandırmışlar Marianne.”
….
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap AdıKadının Fendi
- Sayfa Sayısı136
- YazarErlend Loe
- ISBN9789750846151
- Boyutlar, Kapak13.5 x 21 cm, Karton Kapak
- YayıneviYapı Kredi Yayınları / 2023
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- İntihar Cinayet ~ Keith Ablow
İntihar Cinayet
Keith Ablow
Ümitsiz bir adam… Tek kurşun… CİNAYET mi İNTİHAR mı? Deneysel bir beyin ameliyatına girmeden bir saat önce, bilim adamı John Snow, Massachusettss Hastanesi’nin dışında...
- Buz Gibi Soğuk ~ Tess Gerritsen
Buz Gibi Soğuk
Tess Gerritsen
Bir tıp konferansı için Wyoming’e giden adli tabip Maura Isles, hafta sonunu arkadaşlarıyla birlikte bir kayak merkezinde geçirmeye karar verir. Ancak korkunç kar yağışı...
- Şahane Hatalar – 2- Talih Kuşu ~ Heather McElhatton
Şahane Hatalar – 2- Talih Kuşu
Heather McElhatton
Şahane Hatalar serisi hızlanarak devam ediyor; Bu kez başınıza yirmi iki milyon değerinde talih kuşu konuyor. Heyecan dozu artırılmış seçimler, eşsiz bilgiler, gizemli karakterler,...