Şimdi her birini sadece uzunca bir roman cümlesiymiş gibi duyumsayabileceğiniz yüzler, mekânlar, sesler, alışkanlıklar, kayıplar, dertler, övünmeler, saçmalıklar, hırslar, hevesler, boşvermişlikler, öfkeler, sarhoşluklar, meraklar, hırpalanmalar, gülme nöbetleri, hayal kırıklıkları, halüsinasyonlar, terk etmeler, tehditler, davetler, vaatler, sorular ve hep sorularla birleşen halkalar, hepsi… Böylece artlarında gizledikleri anlamlarla etrafımdaki her şeyin bana kolpa görünüşü… Kolpa kız, kolpa herif, kolpa hayat, kolpa düzen, kolpa tarih, kolpa ev, kolpa aile, kolpa arkadaş, kolpa okul, kolpa aşk, kolpa iş, kolpa duruş, kolpa bakış, kolpa laf, kolpa gülüş, kolpa tavır, kolpa cevap, kolpa film, kolpa kitap, kolpa müzik, kolpa kıyafet!.. Genç bir can sıkıntısı, denizin ve gökyüzünün ritminde salınan öfkesi… Kıpır kıpır, ısıra ısıra gezinen uyuşmazlığı. Kolpa, oradan oraya savrulan bir delikanlının romanı. Uçurumun ve zamanın kıyısında… Ece Erdoğuş, tel tel dokunuyor ergen iştahına ve ruhuna. Sokakları ve yavanlığı anlatıyor, fısıldayan ve bağıran bir sesle.
*
Okuyacakların tamamen hayal ürünüdür. Gerçekle bağlantıları, ancak garip tesadüflerin yaşamlarımızdaki varlığına dayandırılabilir. Ayrıca kimi filmlerden, romanlardan ve şarkı sözlerinden de, yine
aynı tesadüfle etkilendiğimi söylemekte hiçbir çekince duymuyorum. Zingo Kosoviç’in Hayat Yoldur,
Sabrina Albi’nin Zamanı Anlamlandırma Metotları, Marwell Josetti’nin Tanrı Tabiat kitaplarıyla,
Kenny Beace’nin Hiçbir Şey Olamamak ve Tarihten Sıyrılanlar filmleri, Ironic Melodies grubunun
“A Lost Man on Earth” albümü ilk aklıma gelenler…
Diğerlerini bulmayı ise, size bırakıyorum…
Hayatta kalmak için çabalamak,
pamuk ipliğini urgana çevirmek için bitmeksizin
güç harcamaya benzer…
Hayat Yoldur, Zingo Kosoviç
Zaman, cansız ve tükenmezdir.
Hep azaldığı halde yenilenen o tek şey üzerinde
yol alırken, sadece canlılar tahrip olur ve azalır.
Zamanı Anlamlandırma Metotları, Sabrina Albi
Tabiat için, sizin yaşamasız olup olmamanız
fark etmez. Onu sevip sevmemeniz, düşleriniz,
hırslarınız, öfkeleriniz, yenilgi ve zaferleriniz de.
O, ilgisiz bir ev sahibine benzer.
Size çaylar, kahveler, börekler, kekler ikram edip
köşesine çekilir.
Tanrı Tabiat, Marwell Josetti
1
İnsanlık bir zibidiyi yahut aylağı daha, eski bir lokmayı çiğnemekten sıkılmışçasına dışına atmayı başardığı için kuşkusuz hiç mi hiç üzülmemiştir. Zaten en küçüğünden en büyüğüne ve genişine tüm toplumlardan hep nefret ettim. Haliyle benim de üzüldüğüm pek söylenemez. Kaldı ki onlardan birine dahil olmamak için onca yıl çabaladıktan sonra böylesi boktan bir yere düşmem son derece normal, hatta tam tamına uygun… Şaşırmadım ama mutlu filan da değilim. Sadece kendimi nasıl hissedeceğimi bilemiyorum ve insan kendini nasıl hissedeceğini bilemediği zaman işler kötüye gidiyor demektir. Üstüne üstlük hiçbir şey hatırlamıyorum. Birileri, beni hafızamla beraber bir bavula tıkıştırıp bu uçsuz bucaksız kuru ıssızlığa atmış. Belki de tek başına Tanrı yapmıştır. Oysa buraya gelişim ve son birkaç günün dışında –orası koyu, bilinmez bir boşluk–, geçmişimin temel taşları hâlâ hafızamda sapasağlam duruyor. Resim kareleri halinde; sıcak veya soğuk, sığınmak yahut kaçınmak istenen tüm duygular beynimin kıvrımlarında. İlkokul yılları, sonra serseriliğe başladığım zamanlar; ortaokul ve lise. Sürünüyordum… Sıralarda, sokaklarda, yataklarda, kendimi oradan oraya taşıyarak süründürüyordum… İlk aşk… Yüzüne sarışın perçemleri dökülen, nar kırmızısı dudaklı kız… Üzerinde ilerlerken ergin bir bukalemun gibi iyiden iyiye biçimlenerek bir erkeğe dönüşmem. İçimin azar azar kızgın kumun süzülüşü gibi eriyerek dökülmesi; dökülerek azalmam, azaldıkça hafiflemem. Nedense aşk kadar popüler değildi bu his, pek anlatılmadı. Oysa tam da içimizde yaşayan hayvani bir sırdı. Düşmek… Her birimizin kafatasında beliriveren o azgın kayalıklardan aşağı, başımıza hiçbir şey gelmeyeceğini bilerek boşluklara bırakıvermek kendini; bir gece ay ışığında yeni soğumuş ince kumlara kurulu harlı bir ateşin üzerinden atlarken hafifçe tutuşan teninizi yeniden ılık yerle buluşturmak; atlatılan bir kaza, tam kafa kafaya tokuşacakken direksiyonu can havliyle kıvırıverdiğinde kavuştuğun saniyenin tazeliği; şiddetli bir ağlama krizinin ardından suskun karanlıkta kendini temize çekmek… İşte bunlardan biri olmalıydı. Bu tanımlara her geçen sene yenilerini ekliyordum. Ha! Bir de –belki de en manalısı budur– o sarışın kızın, kırmızı dudaklarının arasına sıkıştırdığı ince sigarayla beni içine çektikten sonra, kafası hafif sallantılı bir hayal olarak dünyaya geri üfleyişi… Ellerimin, vücudunda gezinirken azar azar koparak yitişi… Bir solucan gibi ardımda parçalar bırakıp eksik yaşamaya devam edişim… Ya da O’na iflah olmaz bir serserinin psişik tutkunluğuyla bağlanışım… Beni bu kayıp halimle görseydi eminim çok gülerdi. Her şeye gülen deli karının tekidir. Birinin, ağzının orta yerine bir şamar indirip ona bazı gerçeklerden bahsetmesi gerek. Ben yapamadım, çünkü henüz bunu hakkıyla becerebilecek yaşta ve deneyimde değildim. Yerini bulamayan kavruk tokatlar savurmaktan öteye gidemedim. Aslına bakarsak beraber olduğum hiç kimse beni O’nun kadar sarsmamıştır; O ilk kadınımdı, dahası bunun anlamını defalarca okuyup yazmışçasına iyi biliyordu.
Şimdi kendimi birdenbire birlikte olduğumuz günlerde bulsaydım, diyeceklerim birkaç cümleyi geçmezdi “Siktir git kızım! Bu orospu numaralarından, durmadan ağlayıp sızlanmandan bıktım artık! Siktir git, anladın mı? Sik-tir-git!” Bir erkek bir kadına böyle davranmayı beceremiyorsa, hâlâ tam erkek sayılmaz. Zaaflarını eğitmeyi bilmediğin sürece sürünürsün. Aslında hemen her koşulda, herkes için geçerlidir bu. Süründüğüm yerde pestilleştiğimi, onunla birlikteyken anladığımdan böyle bir sonuca varmış olmalıyım. Her neyse, uzun zamandır kız arkadaşım yoktu zaten… Yalnız, parasız, başıboş… Ailemle ilişkim neredeyse tamamen kopmuştu ve babam mecbur kalmadıkça benimle konuşmuyordu. Karşılıklı otururken uzun, derin, sessiz yarıklara düşüyorduk. Haklıydı, zamanında büyüyememiştim. Çoktan o günleri geride bıraktığımı sansam da, aylakla zibidi arası mızmız bir piçtim hâlâ. Üniversiteye İstanbul’da gideceğim belli olunca, o da orada bir şirket kurmuştu. Bir tür muhasebe işi; vergiler, faturalarla ilgili… Hiçbir zaman aramızda bu meseleler doğru dürüst konuşulmazdı. Evde olduğu günlerle, olmadığı günler arasında ciddi farklılıklar vardı. Hazırlık safsatasını geçtikten sonra okula pek ender uğrar olmuştum; ilk altı ayımı geçirdiğim yurttan atılışım da bu döneme rastlıyordu. Kafamız bir dünyayken ellerimizde azgınca köpüren itfaiye tüpleriyle koridorda dans etmiştik. Her taraf bembeyaz, yumuşacık köpüklerle kaplanmıştı. Kaygan, granit zeminde birbirimize break dance figürleri göstererek yeni düşme stilleri deniyorduk. Tüpler dibine kadar bitince, sessiz ve bihaber adımlarla odalarımıza uzadık. Yurtta yaşadığım son kıyak olaydı bu. Çok önceden mimlendiğimden müdür derhal babamı çağırmış; kendinden büyük, deri, tahtımsı sandalyesinde diklenerek çekmecesinden bazı fotoğraflar çıkarıp ona göstermişti. Ama ne fotoğraflar, hepsi de birbirinden gösterişli, anılık enstantaneler… Odamıza yaptığı düzenli ziyaret lerde çekilmiş, bulunmaz ayrıntılarla dolu güzide hatıratlar, retrospektif çalışmalar… Yatağın altında kokuşmuş cesetler gibi duran onlarca Tellibağ şarap şişesi; tarafımdan duvarlara çizilmiş, her biri sanatsal izler taşıyan çeşitli resimler; tuvaletin kapısına heykel bıçağıyla kazınmış özlü sözler… Okula ve beyefendinin şahsına hissettiğim duyguları içimde tutamayıp özenle, bir o kadar coşkunlukla hem İngilizce hem Türkçe ifade etmiştim… “Bakın, oğlunuz bunları yaptı… Bunları, bunları da… İstesem okuldan attırırım ama aklı henüz havalarda bir gencin hayatıyla oynamak istemediğim ve senelik ücreti de toptan ödediğiniz için sadece dönüşsüz olarak yurttan çıkarılmasıyla yetineceğim…” Pılımı pırtımı toplayıp o boktan yerden uzamadan önce kapıya fotoğraflık son bir not daha yazmıştım, tahta kalemiyle ve kalın harflerle: “YURDUN GÖTÜNE GİRSİN!” Ardından gelen ironik armağan… Kovulmanın eşsiz bir ödüle dönüşmesi… Ev! Yalnızlık… Sigara… Boş kutular… Dolu kül tablaları… Yalnızlık… Aslında bir çeşit kaderine tükürmüşlük… Takılan arkadaşlar… Akşamüstü ya da gece gelenler… Boş yahut dolu gelenler… 50’ler… Birilerini getirenler… Filmler… 60’lar… Filmler… Bilgisayar… Müzik… Yalnızlık… Plaklar… Plaklar… 70’ler… Filmler… Sigara… 80’ler… Arkadaşlar… Yalnızlık… O’nun dönmesini beklemek… Zamanı içmek… Boşa dönen saatlerin içinde eziliyordum. Girdiğim yerden dışarı başımı uzatamayacak denli keyifliydim. O günlerin tümü komik birer öykü, deşilmiş birer şiir gibi saklanacak. Çünkü zamanla, tek tek sıradan anılar olmaktan çıkıp yaşamın boktan döngüsünü kendince özetleyen somut delillere dönüştüler. Hayır, ben bir zibidi değilim, aylaklığın erdemini görmeye çabalıyorum. Takdir edersiniz ki fazlasıyla uzun, çileli, insanı hırpalayan, sanki her an balçıktan derin çukurlara düşebileceğinizi hissettiren bir yol bu. Mesela bir sabah uyandığınızda nerede olduğunuzu anlamanız, dahası oraya nasıl geldiğinizi hatırlamanız gereğinden fazla uzun sürebiliyor… Boşa geçen zamanlarınızın içinde beliren bir delikle başka âlemlere kaymış olabileceğinizi bile düşünüyorsunuz. Ya da dünyanın, artık midesine dokunduğunuz için sizi diğer işe yaramaz parçalarla birlikte kustuğunu. Etrafınızın, yıkıntılarla dolu beyninize benzemeye başladığını. Doğup büyüdüğünüz yere, tıpkı büyük şehirde başarısızlığı tatmış birinin ezikliğiyle geri dönmek için yola koyulmuşken vazgeçmiş olabileceğinizi de… Sizi yaşantınızdan uzağa atabilecek tüm olasılıkları değerlendirmeye başlıyorsunuz. Onlarca varsayımın ucunda görülebilen tek şey var, o da kendinizsiniz… Üzerinde fıstık yeşili harflerle RADIO DISCOTHEQUE yazan soluk turuncu tişörtüyle, şu an kendine bir yabancının anlam veremeyen gözleriyle bakan ben… Ucundan çekiştirip durduğum bu aptallığın bana ait olmadığınaysa eminim. Olsa olsa Gökçe’nindir. O’nun Atlas Pasajı’ndan aldığı uyduruk giysilerden birine benziyor. Bir an önce beni üçüncü sınıf bir DJ gibi gösteren bu aptallıktan kurtulmalıyım. Yani takıntılıyımdır böyle şeylere… Uykulu haliyle uzanıp ilk bulduğunu üzerine geçirebilenlerden değilim. Örneğin sabahları gözlerimi açıp yatakta hatırı sayılır bir uyanma süreci geçirdikten sonra kalkar, perdeleri çeker, bilgisayarın open tuşuna basıp önceden ılıklaştırdığım suyun altına girerim. Orada da duş jellerim ve süngerlerimle en az yarım saat geçirmeliyim. O sabah, öğlen yahut ikindi kendimi nasıl hissediyorsam ona göre bir parça seçerim; günün ilk şarkısı, açılış müziği… Deo stick’imi yuvarlar, deodorant ve parfümle devamını getirir, kıyafetimi seçer, giyinir, akşamdan kalma sigarayı alevlendirip bir iki nefes çeker, dönen bordo deri kaplı koltuğumda birkaç tam tur attıktan sonra geriye doğru yaslanarak bir müddet dinlenirim. Güne böyle başlayamazsam, başlayan gün benim için çoktan bitmiş sayılır. Hatta o günü, hayatımdan bir gün olarak bile saymam. Hele ki şu halim düşünüldüğünde, çoktan ölmüşüm, parçalarım da bölündükleri küçük zerreciklerle tuz buz etrafa dağılmış demektir. Sonra bir türlü ne yemek istediğimi bilemem. O’nunla… Adını ağzıma almak istemediğim, içime ve vücudumun çeşitli yerlerine onlarca soyut çakı darbesi vuran, bana esas müptelalığın nasıl bir şey olduğunu öğreten O aptal kızla en çok tartıştığımız konulardan biri de buydu. Yemek işini gereksiz bir ayrıntıymışçasına durmadan geçiştirmeye çalışması beni deli ediyordu. O aptal ekmeklerin arasına sıkıştırdığı kaşarlar, salamlar, bir yandan ağzına tıkıştırdığı zeytinler, ne bulursa kendini doyurmaya razı oluşu, makarna kaynatmaktan başka bir halt becermeyişi… Şu aç halimle bile yemek konusunda O’ndan çok daha zevkli davranabileceğime eminim… Uzakta, Tanrı’nın koca elleriyle yonttuğu o büste benzeyen kayalığın dibinde, zamanın ilerleyip bugüne vardığını gösteren bir kanıtmışçasına mavi JanSport sırt çantam duruyor. Siyah fermuarını sürüyerek sonuna kadar açıp uzun bir bez parçasını havalandırır gibi sallayarak içinde ne var ne yoksa yere döküyorum. Bir sürü saçma sapanlık; kalemler, konserveler, diş fırçası, el feneri, resim günlüğü, anahtarlar, mp3 çalar, bir paket Marlboro Light, kimi uçlarından kesik flyer’lar… Bağdaş kurup hepsini tek tek elime alarak, ilkel insanın meraklı bakışlarıyla ilk kez görüyormuşçasına inceliyorum. Gazlı kalemler –daima yanımda bunlardan birkaçı bulunur; sonra resim günlüğüm –düzenli tutulmasa da kaçmak istediğimde oraya sığınırım; el feneri –pilleri yok, çünkü çok önce televizyonun kumandasına takmıştım, evde bazen gezinip durur böyle piller; bir paket Marlboro Light – zaten arada bir Winston dışında başka sigara içmem; içinde beyaz karton duvarına yaslı bir parça kubar kalıbı –çok küçük bir parça, ne zaman ufaldığını hatırlamıyorum; ikiye katlanan portatif diş fırçası –arkadaşlarda kalınan gecelerde ferah bir nefesle uyanabilmek için; flyer’lar –gidilecekmiş gibi oradan buradan çantaya tıkılan şeyler… Mp3 çalar –zaten çoğu zaman birlikte yatarız; anahtarlar –hâlâ evle bir bağlantım var demek… Ya konserveler? Tek anlam veremediğim şey… Ömrüm boyunca onlardan topu topu üç beş kez yemişimdir, o da yurttayken; çıkarılan boktan yemekleri protesto etmek için. Yemekhanenin orta yerinde, aptal çatal bıçaklarına tenezzül bile etmeden, ağzıma boşaltarak. İkisi pilaki, biri patlıcan dolması… Çantasına tıkıştırdığı konservelerle yolculuğa çıkacak biri değilim; böyle maceralara atılmayı sevmem. Ne bileyim, “Sırtımızda uyku tulumları, hadi kendimizi doğaya verelim ve yol bizi nereye götürürse oraya razı olalım” gibilerinden gülünç heveslerim yoktur, hiç olmamıştır. Şehirden şehre ölü bir parçasını sürüklercesine yastığını taşıyan biriyim. Bulaştığım onca boktanlıktan sonra aklımı biraz olsun başıma getirebilmek için belki bunu da yine tek başına Tanrı yapmıştır. Çünkü Müslüman bir bebek olarak dünyaya getirilen ben, hiçbir zaman O’nun iftihar edebileceği bir çocuğu olamadım. Bu yaşıma dek bir güncük bile oruç tutmadım, dua etmedim, tarihi yerlere yapılan okul gezilerinin haricinde bir caminin kapısından içeri girmedim; sadaka, zekât, fitre ve benzeri şeyler vermedim… Aksine düşkünleri horlayıp durdum, onları aşağıladım, alttan altta çaktırmadan küçük tekmeler savurdum… Namaz kılmadım, şeytan taşlamaya hacca gitmedim… Buna karşın pek çok şeytanca harekette bulunduğumu, her şeyi gördüğüne göre O’ndan gizlemeye kalkışmam anlamsız olur. Şimdi, zaman geçtikçe yalnızlıktan kırılganlaşan günahkâr ellerimde tuttuğum konserve pilakiler, patlıcan dolmalarıyla oturuyorum işte… Zalimliklerim karşısında cömert davrandığı bile söylenebilir. İşaretparmağım, midemden gelen kazıyıcı sinyallerle konservelerden birini açmak için metal yuvarlağı yukarı sıyır….
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yerli)
- Kitap AdıKolpa
- Sayfa Sayısı156
- YazarEce Erdoğuş
- ISBN9789750522604
- Boyutlar, Kapak, Karton Kapak
- Yayıneviİletişim Yayınları / 2017
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Fen Bilimleri: Anne Beni Geri Getir ~ Toprak Işık
Fen Bilimleri: Anne Beni Geri Getir
Toprak Işık
Zamanla ve mekânla oynamak… Bilim sonunda zamanın sırrını da çözüyor. Bir odaya girip saatlerce kalıyorsunuz. Dışarıya çıktığınızda ise sadece beş on saniye geçtiğini görüyorsunuz....
- Mihrimah – Aşk-ı Şahane ~ Naşide Gökbudak
Mihrimah – Aşk-ı Şahane
Naşide Gökbudak
Hürrem Sultan ve Kanunî Sultan Süleyman aşkının en narin meyvesiydi, güneş ve ay; Mihrimah… Hürrem gibi zeki, Kanunî gibi güçlü ama onlar kadar bahtlı...
- Anlatmak Yetmez Yazmazsan Geçmez ~ Beyza Sinem Çağlar
Anlatmak Yetmez Yazmazsan Geçmez
Beyza Sinem Çağlar
Acıların vardı Öptüm acılarından; Geçmedi. Benle büyümemiştin ki… Ben de büyümemiştim ki… Beyza Sinem Çağlar, ikinci şiir kitabı Anlatmak Yetmez Yazmazsan Geçmez ile bize bir felsefeyi...