Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Manaraga
Manaraga

Manaraga

Vladimir Sorokin

Dünyada, kurtarılan ve müzelerde korunan az sayıda eser dışında artık neredeyse hiç basılı kitap yoktur. Ancak kitapların mükemmel bir yakıt olduğu keşfedilince, “Mutfak” adlı…

Dünyada, kurtarılan ve müzelerde korunan az sayıda eser dışında artık neredeyse hiç basılı kitap yoktur. Ancak kitapların mükemmel bir yakıt olduğu keşfedilince, “Mutfak” adlı yeraltı örgütü tarafından yeni ve yasadışı bir iş alanı doğar: Book’n’grill. Bu elitist ve illegal etkinliklerde, zengin müşteriler için kitapların nadir, eski ve ilk baskıları kömür olarak kullanılarak üzerinde gurme yemekler pişirilir.

Başkarakter Geza, bu tehlikeli ve prestijli mesleğin önde gelen ustalarındandır; hangi klasiklerin ve baskıların hangi yemeklerle uyumlu olduğunu, hangilerinin en iyi lezzeti verdiğini bilen, seçkin book’n’grill şeflerinden biridir. Kısa sürede Avrupa’nın da en çok aranan şeflerinden biri haline gelir. Ancak bu işin doğası gereği sürekli risk altındadır; rakipleri, yasalar ve kitap yakma sanatının giderek daha karmaşık hale gelmesi onu zor durumlara sürükler.

Çağdaş Rus edebiyatının özgür ve aykırı sesi Vladimir Sorokin 2037 yılında geçen distopik romanı Manaraga’da kitapları ve edebiyatı nelerin beklediğini sorguluyor.

**

13 Mart

Akşam:

Restoran “Budala”, mersinbalığından şaşlık1 . Dört dörtlük bir roman, orta boy, 720 gram, 509 sayfa; vellum kâğıt, bez cilt. Sekiz şiş için yeter de artar bile.

Kararlaştırıldığı gibi, mangalın başında müşteri + yedi konuk. Doğal olarak griliğin yüz elli tonundan bahseden 21. yüzyıla ait sıradan bir Kuzeyli dedektif romanı değil de gerçekten 8.700 pound’luk bir “ilk baskı” yaktığımdan emin olmak istiyor insanlar. Gerçek bir sanat eseri istiyorlar. İstediklerini de alıyorlar.

Her şey, her şey olması gibiydi. Ve ben de zirvedeydim.

Elbette, deniz dibinin ne kadar taşlı, yolumuzun nasıl dikenlerle kaplı olduğunu ancak bir book’n’griller2 bilebilir. Eh, bu da bizim kendi iç mutfağımız. Malum, romanlar farklı farklı kâğıtlara basılıdır. Dolayısıyla yanmaları da değişiklik gösterebilir. Alevsiz, için için ve duman çıkararak yananlar olduğu gibi kâğıt parçalarının ağır ağır yükselip ete yapışmasına ya da müşterinin başının üzerinde dönmesine neden olacak şekilde alevli yananlar da olabilmektedir. Bizim mangallar tutuşmuş ya da yanıp bitmiş kâğıtların havalanmasına engel olacak özel hava pompalarına sahiptir. Ancak bunları işe yeni başlayanlar kullanır daha çok. Gerçek bir usta ellerini ve kafasını kullanır. Çünkü bu pompa düzeneği yalnızca alevleri değil bütün olarak ortaya çıkacak görseli de söndürür. Yani yalnızca havayı değil işin prezentabıllığını da çeker alır. Oysa kitap göz doldurmalıdır, parlamalıdır; usul usul, titreyerek yanmalıdır. Deneyimli bir şef tüm süreci bir satranç oyunu gibi yönetmeli, uçurumun üzerinde bir ip cambazı gibi soğukkanlıca dengede kalabilmelidir. Cilt, sırt bandı, patiska, karton, gazlı bezler, kenevir ipi, ayraçlar, kazein yapıştırıcısı, kuru çiçekler, kitap bitleri, tahtakuruları veya omurgadaki hamamböcekleri, hepsi birer gizli tehdittir. Hepsinin ayrı ayrı dikkate alınması gerekir. Bir defasında örneğin, aşçının birinin başına gelmiştir, 20. yüzyılın ortalarına ait kitabın sırtına gizlice yerleştirilmiş bir mikrofilm tutuşuvermiş… Bir başka şefin ise Sodom’un 120 Günü cildinin antropodermik1 bağlamasıyla başı derde girmiş… Yani, her türlü şey olabiliyor işte… En ufak bir dikkatsizlik, tereddüt ya da özgüven, buyurun size kaçınılmaz bir felaket! Mesleğim risklerle dolu. En iyi ihtimalle bir miktar para kaybedersiniz, yüzünüze bir kadeh şarap boşaltılır ya da pahalı bir tabak kafanıza iniverir. Kötü kısmıysa yumuşacık sıkılmış sert bir mermidir. Haydut tayfası şimdilerde daha çok sahaf ziyafeti istiyorlar. Ve malum, savaş sonrası, Avrupa’da silah kaynıyor. Bugünün bir Alman’ı, savaş öncesi altın çağın bir yansıması.

Hanımlar ve beyler mangalın etrafına yerleştiklerinde, aşçının arkasında ise kimsenin olmadığı durumlarda risk artar. İşte bu yüzden ben de sıradan bir book’n’griller değil bir şef-turne sanatçısıyım. Mangal dört bir yandan ellerinde boş tabaklarıyla bekleşen müşterilerle çevriliyken bir zamanlar Avrupa’da şehir şehir dolaşan ve parmağını çiviyle delmek gibi basit bir numarayla ahalinin aklını başından alan o meşhur sihirbaz gelir aklıma hep. Malum, ahmakların bakış açılarına bağlı olan basit bir numara. Derken, günün birinde kafayı çekmiş ayaktakımından birkaç kişi bizim sihirbazı şehrin meydanında bir yerde kıstırırlar ve bağır çağır ondan numarasını tekrar etmesini isterler. Bir de çivi verirler. Adamı dört bir yandan kuşatmışlardır. Haliyle sihirbazın gerçekten de parmağını delmekten başka yolu kalmamıştır. Suratındaki acı ifadesini ise etraftakiler gülümseme zannederler. İşte, bu olay sonunda adam gerçek şöhreti yakalar. Oysa bizim delecek bir şeyimiz de yok maalesef… Benim sıra dışı mesleğim basbayağı ustalık gerektiren bir iş.

Ateşe şükürler olsun, şu dokuz yıl içinde kitaplara nasıl davranılması gerektiğini öğrenmiş bulunuyorum. Bizde bir laf vardır: “Bu aşçı iyi okur,” derler. Ben de güzel okurum doğrusu. Yani efendim, demek istediğim odur ki, sayfalar birbiri ardına alev alır, müşteriler büyülenir, et cızırdar, gözler parlar ve ücret yükselir…

Kitaplar da atlar gibidir, nasıl ve ne tarafından yaklaşacağını bilmezsen vahşidirler, asidirler. Ben kamçısız ve mahmuzsuz yanaşırım. Şefkat! Yalnızca şefkat… Bizim aşçı camiasının illegal jargonunda söylendiği gibi, kitaplar benim için odun değildir. Bir kitap, sonsuza değin yitip gidiyor olsa da sonuçta başlı başına koskoca bir dünyadır efendim. Bu anlamda ben bir romantiğim. Ben bir hümanistin oğluyum; bir dişçinin torunu, bir avukatın torununun oğlu ve bir hahamın torununun torunuyum nitekim. Haliyle şunu bilirim, eğer bir kitabı gerçekten seviyorsan o da sana bütün sıcaklığını verecektir. Gerçi tek bir romanı bile yarısına kadar okumuşluğum yoktur ama yine de Rus klasiklerine bayılırım. Ve Gorki gibi ikinci sınıf bir yazarda kimse bana biftek pişirtemez! Ben ve akıllı böceğim1 bütün klasikleri ezbere biliriz: Olay örgüsü, yazarın bütün ayrıntılarıyla biyografisi, kâğıt olacak kütüğün kesim tarihi… Kitap okumayı beceremiyor olsa bile her aşçının bunları bilmesi şart. Ve ne yazık ki aramızda bunlardan çok var ve sayıları da giderek artıyor. Elbette, bir şefin bir kitabı iyi okutması için illaki onu okuyup bitirmiş olması gerekmiyor. Eh, bu da 21. yüzyılın bir paradoksu işte. “O tempora, o mores!” derdi merhum profesör babacığım. Ben de çocuk aklımla yan sokağımızdaki bir Japon lokantasında yapılan tempura’dan2 bahsediyor zannederdim. Daha o zamanlar içimde bir aşçılık ruhu kabarıyormuş demek ki…

Bu dokuz yıl boyunca benim için çok iyi gelir getiren şey bilhassa Rus edebiyatı olmuştur. Sıradan bir aşçılıktan başlayıp Hong Kong’un yer altı lokantalarında “talep üzerine gelen” üç yıldızlı şef konumuna uzanan çetin yolu Rus edebiyatının alev alev yanan sayfaları sayesinde geçtim ve kendimi artık tüm dünyayı dolaşarak turneler gerçekleştirebilecek seviyede görüyorum. Elbette hepsinden önemlisi tecrübe efendim, tecrübe! Tecrübe ki, “ölümcül hataların meyvesidir.” Anası: Tesadüftür! Babasıysa: Sezgi!

Ve her şey ama her şey zamanla…

Velhasıl efendim, kitabı sevmek şart. Atina Kütüphanesi’ndeki efsanevi ziyafet gecesi yüzünden müebbet hapse çarptırılan kıymetli akıl hocam Zokal boşuna “Kitap, en iyi armağandır!” demiyordu… O zamanlar henüz sıradan birer aşçı yamakları olan bizler, aklını Bond filmleriyle yemiş milyarder bir Amerikalının sevgili ailesi için sağlam bir Fleming külliyatı hazırladığını bildiğimizden kendisine Doktor No’nun ilk baskısını bulup hediye etmiştik.

Neyse, kısacası, yaşasın doğru kitabı yakmak!

Bugün de efendim, ço-o-o-ok doğru bir klasik var elimizde: Fyodor Mihayloviç Dostoyevski’nin o daha hayattayken yapılmış bir baskısı!

Müşteri Berlinli, zengin bir Alman. Ve farklı cinslere ait yedi konuk. Haliyle Rus menüsü: havyar, votka, pirojki1 + benim icraatım olan günün yegâne sıcağı: Dostoyevski ateşinde mersinbalığı.

Her şey gayet güzel geçti. Kitap ideal bir hızla okundu, ne hızlı ne yavaş, duman miktarı minimum. Klasik. Ben de formumdaydım. Bir aşçının ateşi makul bir seviyede tutmak için yanan sayfaları usulünce çevirmeyi bilmesi bizim mesleğin püf noktalarından biridir. Yanan sayfalar kılıç formunda, bizim camiada adına Excalibur2 denilen metal bir şişle çevrilir. Her şefin kendi Excalibur’u özeldir, sipariş üzerine yaptırılmıştır. Palo-Alto’daki son baskından sonra ben de yeni bir tane yaptırdım, titan gövdeli, kemik saplı…

Kılıcım beni bu kez de utandırmadı.

Mersinbalığının en lezzetli parçaları dizilmiş sekiz adet şiş tarafımdan gümüş tabaklarda servis edildi, yanlarında ne bir yeşillik ne de herhangi bir garnitür. Konu tüm yalınlığıyla ortada. Olgunluk yılıma ait bir Rederer1 eşliğinde…

Ev sahibi konuklarına itidalli bir tavırla, “Bon appétit!” dileğinde bulundu.

Öncesinde gerçekleştirilen dünyevi konuşmalar, benim mangalı kullanma biçimimle ilgili yorumlar, küçük çığlıklar ve naralar, 500 pound + muhtemel 5 yıl hapis cezasına bedel cızırdayan şişlerin her birinin önündeki tabaklara konmasıyla birlikte şıp diye kesildi. Bu iki rakamı gurmelerin gözbebeklerinde fark edebiliyordum. Dumanı üstünde beyaz-kehribar mersinbalığı parçacıkları altuni kabuklar bağlamıştı.

Büyük bir sessizlik içinde sekiz adet kadeh bir araya geldi ve aynı anda çınladı. Şampanyalarından yudumlayan hanımlar ve beyler çatal bıçak takımına sarıldılar. Bıçaklar gıcırdadı, çatallar dumanı tüten ilk mersinbalığı parçalarını ağızlara taşıdı.

Ve… Belli belirsiz işitilen dikkatli çiğneme sesleri…

Hanımlar ve beyler birer suç çiğniyorlar…

Bu gergin sessizlik başka hiçbir şeyle kıyaslanamaz.

Parayla ve riskle ölçülemeyen görünmez ödülümüz. Bu bizim somut müziğimiz. Cage2 olsa kıskanır.

Gerisi öngörülebilecek şeyler: Ahlar, ohlar, inlemeler, asabi espriler ve mangal başında beyazlar içinde duran bana övgüler:

“Maestro, kendinizi aştınız!”

“Suzanna, Nastasya Filippovna’nın ateşe attığı yüz binlerin kokusunu alabiliyorsun değil mi?”

“Hayatım, bugün sen ne kadar yaktın benim için?”

“Barbara, biz aslında seninle suç işliyoruz şu anda!”

“Ay, bu balıkta tam bir çılgınlık lezzeti var!”

“Tomas, itiraf etmekten utanıyorum ama ben hayatımda ilk kez mersinbalığı yiyorum!”

Modayı otomatik olarak takip eden sevimli, gösterişsiz burjuvazi. En sakin ve öngörülebilir müşteriler…

Gece:

Kulüp BLEIBTREU; hafif bir akşam yemeğinden sonra buzlu tekila + Arturo Fuente Opus X puro. Aslında pek içmem. Sigaram da yoktur. Ama başarılı geçen bir okutma seansından sonra, birkaç kadeh buzlu tekila patlatmaya + bir Dominik purosu içmeye itirazım yoktur. Buzlu tekila, canlandırıcı, hafif ve insanın kanını kaynatan bir içecek. Dominik purosu ise Küba purosundan çok daha güzel… Relax, relax,2 book’n’grill chef.

Bir gecede 10.000 pound, hiç de fena bir cukka değil. Benim ücretim kitabın maliyetini çoktan aşmış durumda. Bu da kalitenin işaretidir. Ücretin yükseldikçe o derin memnuniyet duygusu da artar. Statü efendim, statü, bir book’n’grill chef statüsü! Velhasıl, halimden memnunum. Hem mesleğimden hem de kaderimden gayet memnunum. Hayatımda her şey pürüzsüz olmasa da öyleyim. Bir book’n’griller kardeşimiz için yara izi taşımak sıradan bir durumdur.

Bir yandan puromu tüttürürken diğer yandan kral hazretlerinin kendini beğenmiş suratlarıyla süslü o yarı saydam İngiliz banknotlarından ibaret desteyi çıkarıyorum, içinden bir tanesini çekip kıvırıyor ve bir dana figürü yapıyorum. Danayı kül tablasına koyup tutuşturuyorum. Bu, bize iş sağlayan sayısal dünyaya şükran kurbanı. Başarılı geçirdiğim her akşamın ardından bu ritüeli gerçekleştiririm. Zamane banknotları da iğrenç yanıyorlar, tekrar tekrar tutuşturmak zorunda kalıyor insan…

İnsanlar hâlâ kitap basıyor ve okuyor olsalardı ben de en iyi ihtimalle bir tatil beldesi otelinde ızgarada çipura kızartıyor, en kötüsü ise iki gözüm Budapeşte’nin salaş lokantalarından birinde spagetti kaynatıyor olurdum herhalde. Ve de asla bir şef olamazdım; çünkü insanları yönetmeyi beceremem. Ama ateşe şükürler olsun ki dünyanın matbaa makineleri uzun zaman önce çalışmayı bıraktılar ve paslanmaya koyuldular. Gutenberg dönemi de elektriğin mutlak zaferiyle sona ermiş oldu.

Günümüzde artık yalnızca para basımı yapılıyor. Posta pulları bile yok oldu gitti. Ama banknotlar tedavülde, yaşıyorlar…

Kitaplardan farklı olarak paralar kötü yanıyor. Bu yüzden mangalda kullanılmaya uygun değiller.

Nakit paranın bugün hâlâ kullanımda olması ise şaşırtıcı. Ah “banknot” ah! Elektrikli flaşlar okyanusunda nasıl da dirençli çıktın böyle! İnanılır gibi değil!

Ama kim ne derse desin, yine de: “Yaşasın Edebiyat!”

İnsanlığın kitap basmayı bırakıp mevcut olanları en değerli müze parçaları halinde ebediyete bıraktığı gün aynı zamanda book’n’grill kavramının da doğduğu gündür. Efendim malum, insanoğlu her zaman yasak olan meyveye meyletmiştir. İnsanlık tarafından basılmış kitapların yüzde doksanı geri dönüşüm için hammadde olarak kullanıldı ya da evlerde kalabalık etmesin diye kaldırılıp doğrudan çöpe atıldı. Ancak geriye kalan ve müze ya da kütüphanelerde kendine yer bulan yüzde 10’luk miktarsa insanlığın en elit kısmına şaşırtıcı bir tutkunun ilham kaynağı oldu. Ve ilk biftek 12 yıl önce Londra’da, British Museum’dan çalınan ilk baskı Finnegan Uyanması’nın alevleri üzerinde kızartıldı. Dört büyük adam tarafından pişirildi ve yenildi: Bir psikanalist, bir çiçek dizaynırı, bir borsa broker’ı ve bir kontrfagotçu. Book’n’grill kavramı böyle doğdu. Ve son yıllarda büyük bir gelenek haline gelen o müthiş tutkunun temeli de atılmış oldu…

Efendim, o vakitler İngilizler haliyle “bütün dünyanın önünde”ydiler. Dünyaya yeni bir moda kazandıran bu dört centilmene daha sonra “Yeni Beatles” adı verildi. Zaten üçünün adı Liverpool dörtlüsüyle aynıydı: John, George ve Paul. Yalnız kontrfagotçunun adı Gregor’du. Onlar olsun bugünküler olsun savaş sonrası Avrupa hayatına emin adımlarla girdiler. Öyle ya, savaştan sonra herkesin ama herkesin canı bir anda fütursuzca bir okuma isteği çekmeye başlamıştı. Hırsız elleri kitap depolarına uzanıyor, gurme ve pırlanta gençliğin gönlü ise yeraltı okuma salonlarına kayıyordu. Buralara sonradan sonraya mahalleli de akın etmeye başladı. Güzel günlerdi vesselam… O zamanlar doğru yerlerde duranlar işin kaymağını da yediler; salaş lokantalardan tutulup getirilen sıradan aşçılar birkaç ay içinde kendilerine ufak çaplı servetler yaptılar. Öyle maalesef… Ben de bir beş yıl önce filan doğsaymışım… O çılgın yıllarda kendilerini işin büyüsüne kaptıran ahali kaliteye bakmıyordu bile. Tabiri caizse “düşey” okuma yapıyorlardı: duman, is, alevler… Yiyeceğin kalitesindense bahsetmeye bile gerek yok: Sabah uyanıp kendini gurme zanneden zengin görgüsüzler Yaşlı Adam ve Deniz’de kupkuru dülger balığı filetosu, Dos Passos’ta1 yanmış arrachera2 ve Şvayk’ta doğru dürüst pişmemiş domuz pirzola tıkınıyorlardı…

Ancak aradan altı ay geçmeden dünyanın dört bir yanında müze ve kütüphane soygunları artık sıradan bir haber haline geldi; dolayısıyla insanlık book’n’grill’i yalnızca kültüre değil aynı zamanda bir bütün olarak medeniyete karşı da işlenmiş bir suç olarak ilan etmek zorunda kaldı. Kanunun baltası sadece aşçıların, kitap hırsızlarının ve müşterilerin değil, aynı zamanda Don Quijote’de bir kuzu veya Moby Dick’te tonbalığı filetosu denemek isteyen misafirlerin de üzerine inmeye başladı. İlk davalar bir hayli sansasyoneldi ve elbette sert cezalarla sonuçlandı: İnsanlık kültürel mirasını koruyordu. Ve o insanlığın aydınlanmış kısmı, müze kitapları olmaksızın Homo sapiens’in nihayetinde patisinde iPhone olan bir maymuna dönüşeceğinden korkuyordu. Kitaplar da böylece Kırmızı Liste’ye dahil oldu.

Çok da iyi oldu! Böylece book’n’grill ücretleri de ona katlandı. Görgüsüzler ve amatörler elenmiş oldu. Okutma işi gerçek anlamda profesyonellere kaldı. Gelenekleri, ritüelleri, hiyerarşisi, finansmanı ve güvenlik birimleriyle başlı başına bir “mutfak kültürü” ortaya çıktı. Efendim, haliyle riskler de arttı tabii. İnsanlar hatırı sayılır cezalara çarptırılmaya başladı. İllegal şefleri ilk zamanlar doğrudan doğruya uluslararası teröristler listesine bile soktular. Elbette, bu kadarı aşırıya kaçmaktı ama artık hepimizin birer kriminal kuyruğunun çıktığı ve anlaşılan sonsuza kadar da kıçımızdan düşmeyeceği bir gerçekti. Hiçbirimiz arınamayacağız beyler. Bizler, hepimiz birer book’n’grill kuyrukluyıldızıyız ve geri dönüşümüz yok! Kişisel deneyimlerimle bir itirafta bulunayım: Silah zoruyla satın alınmış bir Shakespeare’in alevleri üzerinde cızırdayan bir dana şişi tutmuş, kar gibi beyaz kalpağıyla o mangalın başında dikilmiş, bir kodamanın, bir aristokratın, bir mafyanın, bir politikacının ve bir sanatçının özenle geviş getiren suratlarını dikkatle süzmüş, emeklerinin karşılığı olarak şişkin bir zarfın içinde cukkayı cebine indirmiş biri artık sıradan bir restoran ocağının başına asla ve kata dönmez. Öte yandan bütün bu şatafatın tam tepesinde kanunun baltası asılı. Cızırdayan bifteklerden çıkan buhar yükselir, baltanın o buz gibi çeliğinde yoğunlaşır ve tepenize damlar: tıp, tıp, tıp… altı yıl, dokuz yıl, müebbet… Damlalar beni korkutmuyor artık ama disipline ediyor. Deneyimli, kavrulmuş bir yaban hayvanıyım ben. Formuma dikkat ederim, etrafımı iyi süzerim, iyi koku alırım, daireler ve zikzaklar çizer izimi kaybettiririm. Risk, risk, adım başı risk… Fakat efendim, risk olmadan hayat nedir ki? Marmelatlı yulaf ezmesi, alelade maaşla alelade bir iş, emeklilik, yaşlılık, mezar…

Puro dumanı, güzel müzik + loş bir ortamda güzel kadın figürleri, hepsi bir arada olunca anılar sağanağını da beraberinde getiriyor. İlk ızgara partimi hatırlıyorum. Savaş sonrası Varşova’sındayız, beton bodrumda kurulmuş seyyar bir mutfak, üç kişilik servis açılmış masa, yarım daire biçimli bir mangal, ızgaraya yayılmış üç bıldırcın; ellerimde beyaz eldivenler; hemen yanımda duran ve kılıfından Avcının Notları’nı çıkaran ihtiyar Zokal… Şişmiş gözlerini onaylarcasına kısıyor… “Evlat!” diyor, “Her şey çok güzel olacak…” Ve beni azat ediyor açık denizlere açılmam için. Bu da benim book’n’griller diplomam…

O gün, ensiz yüzünü hiçbir zaman unutamayacağım bir hanımefendi, “Delikanlı,” demişti, “siz tanıdığım ilk Rus aşçısınız.”

….

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

  • Kategori(ler) Roman (Yabancı)
  • Kitap AdıManaraga
  • Sayfa Sayısı224
  • YazarVladimir Sorokin
  • ISBN9789750765667
  • Boyutlar, Kapak12,5x19,5 cm, Karton Kapak
  • YayıneviCan Yayınları / 2025

Yazarın Diğer Kitapları

  1. Tipi ~ Vladimir SorokinTipi

    Tipi

    Vladimir Sorokin

    Doktor Platon İlyiç Garin, gizemli bir salgının pençesindeki Dolgoye köyüne gitmek zorundadır. Bunun için güler yüzlü ve uysal kızakçı Perhuşa’yla beraber yola çıkar. Yanındaki...

  2. Opriçnik’in Bir Günü ~ Vladimir SorokinOpriçnik’in Bir Günü

    Opriçnik’in Bir Günü

    Vladimir Sorokin

    Moskova 2028: Yakın gelecekte kurulan Yeni Rusya’daki çarlık düzeninin en güvenilir mensuplarından, rütbeli Opriçnik Komyaga sefahat, sarhoşluk, şiddet ve terörle dolu yeni bir güne hazırlanıyor.

Bebhome Kahve

Aynı Kategoriden

  1. Şeytan ve Genç Kadın ~ Paulo CoelhoŞeytan ve Genç Kadın

    Şeytan ve Genç Kadın

    Paulo Coelho

    Paulo Coelho, Şeytan ve Genç Kadın’da insanların değer yargılarını temelden sarsmanın hiç de zor olmadığını gösteriyor. Gözlerden uzak, kuytu bir dağ köyü ve bu...

  2. Kalpsiz ~ Anne StuartKalpsiz

    Kalpsiz

    Anne Stuart

    Tutku Her Zaman Kazanır Cennet Konağı’nda işlenen karanlık günahlara çok az insan tanık olabilir. Ancak sürgüne gönderilmiş İngiliz aristokratların bedensel tutkularını özgürce tatmin etmek...

  3. Mezbaha Beş ~ Kurt VonnegutMezbaha Beş

    Mezbaha Beş

    Kurt Vonnegut

    YAŞAMIN HER ANINI FARKLI BİR ŞEKİLDE DENEYİMLEMEK İSTEYENLERE! Dinleyin: Billy Pilgrim zamanda koptu. Billy bunak bir dul olarak uykuya daldı ve düğün gününde uyandı....

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur