“Sözcükler seni terk etti.”
Hayatın ve tarihin hoyratlığı bir şairin asi ve dizginsiz ruhuyla birleşince ortaya çıkan trajedinin izini sürüyor Vénus Khoury-Ghata: Marina Tsvetayeva’nın yaşarken yarım bıraktığı sözcüklerin izini. Yayımlanmayan şiirler, terk edilemeyen bir eş, vazgeçilemeyen sevgililer, şiddetli vicdan azabı ile şefkat arasında düğümlenen annelik, yoksulluk, yoksunluk, sürgün ve uzun sürmüş bir intiharın izdüşümü.
“Marina Tsvetayeva ya da Alabuga’da Ölmek” okuru melâle aşina kılan bir roman.
*
Tavan arası penceresinden görüyorsun tepeyi, servi ağacını, köylülerin unuttuğu patatesleri bulmak için her alacakaranlıkta keşfe çıktığın tarlayı. Kabukları sen yiyip, içini karnı hep aç olan Mur’a ayırıyorsun.
Oğlun öylesine sıskaydı ki zayıflıktan kemikleri sayılıyordu.
Önce maviye dönen sonra akşam karanlığında gözden kaybolan bir tepe, hiçbir yere gitmeyen kıvrımlı bir yolun kenarına dikilmiş bir servi ağacı ve karların erimesiyle çamur deryasına dönüşmüş bir tarla.
Tavan arası penceresi artık mutsuzluğunu kelimelere sığdıramayışından, artık sevilmeyişinden ve yemek yapmayışından bu yana dünyayla tek bağlantın.
Tarla boş sayfanın, ekin alanları satırların, servi ağacı da kalemin yerini tutuyor.
Pencere ve tavan arası sürgünde ölen eski mülk sahibine aitti, sandalye ise senin dilini bilmeyen Tatarlara ait. İpi sen ekledin. İp tavan kirişine tutturulmuş, düğüm hazır.
Donmuş patates ararken ellerinle eşelediğin saban izlerine bir adım ötede bulunan Alabuga Mezarlığı’ndaki cenazene katılmayacak olan Mur, “Kendini asmakla iyi etti” diyecek.
“Hırsız”, “pis hırsız” diye bağırmıştı dün sana tarla sahibi. Patatesi arkanda saklayarak ondan özür dilemiştin ama suç delilini geri vermemiştin.
Bu olayı Mur’a anlattığında, omuzlarını silkti.
Mur’a artık bu hayata dayanamadığını, kendini asacağını söylediğinde duymamazlıktan geldi.
Kendini asmayacaktın, eğer oğlun daha az acıksaydı, yazmak için bir masan olsaydı ve düşman yararına casusluk yapmakla suçlanan kocan ve kızın Alya’dan haber alsaydın. Bir yıl önce tutuklanmışlardı. Belki de idam edilmişlerdi.
Kendini asmayacaktın, eğer daha az üşüseydin, Alman ordusundan kaçan yazarları taşıyan kamyonda Alabuga’ya kadar gitmek yerine Çistopol’da inmiş olsaydın.
Kendini asmayacaktın belki, eğer Boris Pasternak Moskova metrosunda beş dakikalık bir karşılaşma neticesinde beş yıldan uzun sürmüş bir mektuplaşmaya aniden son vermemiş olsaydı. Rilke ateşli mektuplarına cevap vermiş olsaydı, genç eleştirmen Bakhrakh’ın sabrını tüketmemiş olsaydın, Berlinli yayıncın Abraham Vichniak aşk mektuplarını sana tek kelime etmeden iade etmemiş olsaydı.
Kendini asmayacaktın, eğer daha az yoksul olsaydın, yazmaya devam edebilseydin ve kocanın en yakın arkadaşı yakışıklı Konstantin Rodzeviç ilişkinizi bitirmemiş olsaydı.
Yaşanmış ya da yazılmış olsun, tutkularının, sevdalanmalarının listesi uzayıp giderdi.
Bir mahkûmun öteki mahkûmla kendisini ayıran duvara vurması gibi yazıyordun. Yapayalnız olsan da bu dünyanın bir parçası olduğunu hissedesin diye. Yalnız ve yoksuldun, dört bir yana saçtığın kelimeler açısından ise zengin.
Bir kiriş, bir ip, bir sandalye ve acılar yüzünden taşa dönmüş yüreğin. Bakışların, başının üstünde sallanan düğümden servi ağacına kadar kıvrıla kıvrıla giden siyah çamura ve aniden karanlığa gömülen tepeye gidiyor.
Karar vermek için neyi bekliyorsun?
Üstüne çıktığın sandalyeden inmen, ipi kirişe doğru geri atman için tek bir seslenme, kapını çalan tek bir el yetecekti; kendini başka bir sefer asacaktın, zira bu söz sürekli dilindeydi, ölüme kendi seçtiğin tarihi kabul ettirmeye kararlıydın hep. Ölümün önüne geçmeye.
Kararsızlık bütün enerjini alıyor. O melun sandalyeden inemiyorsun, sandalyenin çivileri ayak tabanlarına kadar ilerlemiş gibi çakılıp kalıyorsun, her ne kadar ellerini oynatmaya devam etsen de. Bu, zaten zorluklar karşısında hep yaptığın bir hareketti.
Sağ elinin tersiyle, omzunun üzerinden havaya vuruyorsun. “Başa gelen çekilir” diyor elin.
Yaşlanmış ellerin, toprağı eşelemekten, yer bezlerini sıkmaktan, arkasını döndüğü anda yeniden biriken inatçı tozları süpürmekten aşınmış. Aynaların önünden geçerken, yüzündeki derin kırışıklıkları, belirginleşen damarlarını, yaşlı bir ağaç kabuğu gibi çatlayan cildini bir daha görmemek için gözlerini kapatıyordun.
Yumuşak, pürüzsüz bir çocuk eli beliriveriyor gözkapaklarının altından. Karınları doysun diye, en azından sana söylenmiş olan buydu, kızlarını emanet ettiğin yetimhanenin kapısında eteğine yapışıyordu bu el, sen ise ölüm tehlikesiyle karşı karşıya olan hasta kız kardeşiyle bir an önce eve dönme telaşındaydın.
Feci derecede pis bir battaniyeye sardığın ateşler içindeki hasta kızınla, zekâ geriliği nedeniyle senin adını telaffuz etmekte zorlandığı için kız kardeşinin adını haykıran küçük kızına bakmadan yetimhaneden ayrılıyordun.
Sevilmeyen İrina, okşanmayı bekleyen bir köpek yavrusu gibi etrafında dönüp duruyordu. Bitleri yok etmek için kazınmış kafasıyla, tüyleri yolunmuş bir kuş İrina.
Yetimhanenin kapısı arkandan kapanır kapanmaz, bir metronom gibi düzenli bir şekilde kafasını yere vurmaya başlamıştı İrina.
Merhamet duymanın zamanı değildi. Moskova’ya giden yolu bulmak, yoğun siste, her zamankinden daha erken inen gecede yolu kestirmek zorundaydın. Taş kesilmiş karın üstünde. Özellikle de eteğine yapışan küçük ellerden uzaklaşmak zorundaydın.
Alya’yı ölümden kurtarmak önceliğindi, yaşama nedenindi. Üstün zekâlı bir çocuk olan Alya daha sekiz yaşındayken günlük tutardı, oysa İrina dört yaşındayken konuşamıyor ve hâlâ altına yapıyordu.
Hayırsever kimselerin kapına bıraktıklarıyla karnını doyuran, etraftan toplanan odunla ısıtılan Alya bir aylık bakımın ardından ayağa kalkmayı başardı. Sıtmayı yendiğinde, sen de “öteki”ni hatırladın ve yetimhanenin yolunu tuttun.
“İrina öldü” demişti kapıdan girer girmez bir çocuk sana. Diğer çocuklar gibi açlıktan ve bitkinlikten ölmüştü. Günlük iki öğünü iki sıcak su çorbasıydı, ilkinin içinde bir lahana yaprağı vardı, ikincisinde de lezzet versin diye sayılı mercimekler.
İki aydır üstünden çıkarmadığı kirli pembe elbisesiyle ölmüş ve gömülmüştü ama sarı saçları yoktu; kafası bir mahkûmunki gibi tıraş edilmişti.
Ölümünden bu yana yirmi yıl geçse de bu olayı düşünmekten imtina ediyorsun, sadece gerektiğinde hatırlıyorsun, nadiren adını anıyorsun.
“27 Kasım 1919’da Moskova yakınlarındaki Kurskevo köyündeki yetimhane için yola çıkış, orada çocuklar daha iyi beslenecek” diye yazıyorsun günlüğüne.
“Sıkı sıkı giydirilmiş Alya için üst baş, iki kitap ve bir defter. İrina’nın üstünde aynı elbise.”
Büyük olan çocuğunun önünde diz çökerek, ona mümkün olduğunca çok yemek yemesini öğütledin. Özellikle de annesini unutmamasını.
“Bunların hepsi bir oyun sadece” diye açıkladın ona. “Küçük yetim rolü oynayacaksın. Yetimhanede değil sarayda yaşaman gerekirken, saçların kazınacak, ayaklarına kadar gelen uzun ve kirli bir pembe elbise giyeceksin ve boynuna bir numara asılacak. Sana dediğim gibi, bu bir oyun, müthiş bir şey değil mi? Harika bir macera olacak, çocukluğunun en büyük macerası. Anlıyorsun değil mi Alya? Bir tek seni sevdiğimi sakın unutma.”
Zaten ne söylediğini anlamayacak olan İrina’ya tek kelime etmedin, kuş beyni her şeyi tersinden anlardı, yoksa kızağı az kalsın devirecek olan kar fırtınasından korkar ve yetimhanenin gri ve kasvetli binası karşısında ellerini çırpmazdı. Ondan bir ay hiç haber almadın. Düşüncelerin, hareketlerin Alya içindi. İrina bekleyebilirdi. Sarı saçlarını, ince boynunu, kaskatı olmuş pis elbisesini görüyorsun şimdi.
Karnının aç olması, “dudu dudu” diye şarkı söylemesini engellememişti. Açlıktan uyuyamadığı zaman şarkı söylerdi, demişti arkadaşları sana.
Onu da kız kardeşiyle birlikte eve geri getirseydin daha iyi olacaktı, yerin daracık olsa da, evyede bulaşıklar yığılsa da, on beş metrekarede ona da küçük bir yer bulsaydın, Alya’ya olan sevginden birazını da ona verseydin.
Yüreğinde iki kızına da yetecek yer yoktu. Alya’yı beslemek için İrina’nın payından kırpardın, İrina’yı Alya’nın eskileriyle giydirirdin. Onu hiç öpmezdin.
Bu görüntüler hatırındayken nasıl hayatta kalabilirsin ki, Mur’un dünkü hakaretlerini, yarın NKVD’deki soruşturmanı, kocan ve kızının “artık mahkûm listesinde isimlerinin olmadığı”nı, yani idam edildiklerini nasıl unutabilirsin, komünizmin estetik anlayışına uymadığı için şiirlerinin yayımlanmadığını ve bulabileceğin tek işin Yazarlar Birliği’nin lokalinde bulaşıkçılık olduğunu nasıl unutabilirsin ki.
Daha yaşamalı mısın yoksa ölmeli mi, onu bile bilmiyorsun.
“Hırsız” diye bağıran köylünün sesi Alabuga’nın havasını delip geçiyor, yüzü bir saban izinin üstünde dalgalanıyor. Tavan arası penceresinden görünüyor, ikinci kere hırsız kelimesini tekrarlıyor sanki bir kere yetmezmiş gibi.
Ayağın, ayaklarının altındaki sandalyeyi itiyor, ipin insafına kalıyorsun. İp boynunun etrafında daraldıkça dünya da küçülüyor. Köylü, tepe, tarla, bir fırtınada kaybolup gidiyor. En son giden de kurşunkalem gibi budanmış servi ağacı, kısa hayatının simgesi.
Aylardır 750 sayfalık ağır günlüğünün üzerine eğilmiş, hayatının dağınık parçalarını birleştirmeye, sevdalarının ve hayal kırıklıklarının, özellikle de kendini yapayalnız, perişan, acı içinde, asla pişmanlık duymayan, yeniden başlamaya hazır halde bulmadan önce, (bazılarını sözlerinle, bazılarını da ellerinle sevdiğin) erkeklere, kadınlara bağlanma düşkünlüğünün nedenlerini anlamaya çalışıyorum.
Hayattaki iki dayanağın —aşka olan aşkın, yazmaya olan aşkın— Alabuga’ya ve sen tepeye, kıvrımlı yola, patates tarlasına ve servi ağacına rastlayana kadar hayata tutunmanı sağlamıştı.
Özellikle de servi ağacına rastlayana kadar, kurşunkaleme benzediğinden bir arkadaş gibi görmüştün onu, oysa ne yazabiliyordu ne de ağustos güneşinin kavurduğu köyde gölge yapıyordu. Aslında mezarlık ağacı olan, Alabuga’daki bu servi ağacı, sen gözlerini yumduğunda gördüğün en son şey olmak için belki de yolunu şaşırıp bu tarlanın sınırında büyümüştü.
Sen bu hayat için yaratılmamıştın.
Emellerin, içinde bulunduğun toplumla, dünyaya ve senin yetiştirilme ölçütlerine sırtını dönmüş ülkeyle uyumlu değildi. Değişim öylesine acımasızdı; Ekim Devrimi kendi yasasını dayatıyordu.
Ayakları yere basarak yaşamayı, görünmez olmayı, dikkat çekmemeyi, her an ihbar edilmeye, tutuklanmaya, sınır dışı edilmeye, kurşuna dizilmeye hazırlıklı olmayı öğrenmek gerekiyordu.
Emeklemen gerekiyordu, oysa sen bir asiydin ve arkadaşlarından dilensen de, eski püskü giyinsen de, evyede bulaşıkların yığılsa da, mükemmeliyeti arzulamaya devam ediyordun.
Gün ışığı kâğıdını aydınlatana kadar yazıyordun. Hararetle yazıyordun; kuş tüyü kalemin kâğıt üstündeki sesi, gün batarken daralan duvarların arasında izni olan tek sesti. Şiirler, çeviriler, mektuplar düzensizlik içinde birbiri ardına geliyordu.
Gece çöktüğünde ve gaz lambası bir sandalyeyi, bir şemsiyeyi, çiviye asılı bir giysiyi hayaletlere dönüştürdüğünde yazmayı bırakı-
….
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap AdıMarina Tsvetayeva ya da Alabuga’da Ölmek
- Sayfa Sayısı120
- YazarVénus Khoury-Ghata
- ISBN9789750853708
- Boyutlar, Kapak13,5 x 21 cm, Karton Kapak
- YayıneviYapı Kredi Yayınları / 2022
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Vadideki Zambak ~ Honore de Balzac
Vadideki Zambak
Honore de Balzac
Lucas’a göre, “Balzac’ın gerçekliği, bir yandan tek tek tiplerin belli bireysel özelliklerinin, öte yandan onların sınıfın temsilcisi olarak tipik özelliklerinin daima tam bir biçimde...
- Altın Adam ~ Mor Jokai
Altın Adam
Mor Jokai
Tuna Nehri kıyısında küçük bir kasaba olan Komarom’lu bir gemi reisidir Mihaly Timar. Bu kez öncekilerden farklı olarak gemisinde tahıl yükünün yanı sıra iki...
- Kaçak Robot ~ Frank Cottrell-Boyce
Kaçak Robot
Frank Cottrell-Boyce
Ya en iyi arkadaşın bir robot olsaydı? Benim Adım Hiç Kimse kitabından tanıdığımız bol ödüllü yazar Frank Cottrell-Boyce’un kaleme aldığı Kaçak Robot, yapay zekâ çağında robot-insan...