İster üstünde komik sözler yazan kahve fincanları, ister envaiçeşit farklı türde börtü böcek fosili, ne biriktirlerse biriktirsinler bütün koleksiyonerler biraz delidir. Topladıkları şeylerden kendilerine birer dünya inşa eden koleksiyonerler asla mutlu olmayı bilmezler. Dünyaları her zaman biraz eksiktir. Ve belki de en kötüsü, başka birilerinin dünyası daima kendilerininkinden daha iyi olabilir…
1
HIRSIZ BABAM
Pek çok çocuk bir şeyler biriktirir. Beysbol kartları. Çizgi romanlar. Peluş oyuncaklar… Ne zaman bir arkadaşımın evine ya da kuzinlerimden birini ziyarete gitsem, bana bir kutuya tıkılmış dondurma çubuğu ya da bir rafa dizilmiş küçük cam hayvan koleksiyonlarını gösterirler; bense ilgilenirmiş gibi yaparım. Fakat aslında, ne kadar sıkıcı ve sıradan olduklarını düşünür dururum. Onlar gerçek birer koleksiyoner sayılmaz. Benim gibi değil. Ben bu işe çok gençken başladım. Daha dört yaşımda, taş biriktiriyordum. Altı yaşımda kar küreleri. Sekizimdeyse, ayakkabı çekecekleri.
On bir yaşıma geldiğimde, üç koleksiyon sahibiydim: Gazoz kapakları, yazı gereçleri ve sözcükler. Her biri farklı bir gazozdan, tam elli altı tane şişe kapağım vardı. Biri, kasabamızda yapılan Pıstak Gazozu kapağıydı ama Hollandalı ünlü Vrumona ve İskoç Irn-Bru kapaklarım da vardı, hatta biri ta Hindistan’dan gelmişti. Bazılarını lokantalardan rica ederek almıştım fakat lokantaya çok sık gitmezdik. Bir kısmını parkta ya da plajda bulmuştum, bazılarını da babam vermişti. Babam markete her gittiğinde farklı bir çeşit gazoz almayı kabul etmişti ama gazozlar altılı ya da on ikili kutularda satılıyordu; üstelik babam, sadece cuma ve cumartesi akşamları birer şişe gazoz içiyordu, annemse meyve suyunu tercih ediyordu. Yani koleksiyonum pek hızlı büyümüyordu.
Topladığım kapakları, karton ve yapıştırıcı bantla bölmelere ayırdığım ahşap kutularda saklıyordum; her kapağa özel bir bölme. Yazı gereçleri koleksiyonumda ise (ki bu en yenisiydi), dedemin çelik uçlu dolmakaleminden, ters dururken bile yazabilen bir astronot kalemine; hatta sadece parmak uçlarınızla tutabileceğiniz ufaklıkta bir kaleme kadar (gerçi bu kalemin mürekkebi bitmişti), yirmi üç farklı kalem bulunuyordu. Sözcük koleksiyonum ise biraz daha farklıcaydı sanırım, sonuçta onlara gerçekten ‘sahip olduğum’ söylenemezdi.
Bu yılki doğum günümde bana iki ciltlik Ansiklopedik Büyük Sözlük hediye ettiler. Hani şu, yazıları çok küçük olduğu için yanında büyüteç de verilenlerden. Bilmediğim bir kelime duyar duymaz onun anlamına bakıyordum. Sonra da sözcüğün yanına, kurşunkalemle küçük bir onay işareti koyuyordum. İşaretlediğim her kelime, sözcük koleksiyonumun bir parçası oluyordu. Bunlar dışında, gayet sıradan bir çocuk sayılırdım. Annem ve babam izin verse günde on saat televizyon izlerdim. Ayrıca beysbolu, video oyunlarını ve benim için zararlı her türlü yiyeceği severdim. Yine de kendimi, ciddi ve ilgi çekici bir koleksiyoner olarak tanımlıyordum. Ta ki Bay Karp’la tanışıncaya kadar.
Bay Karp, babam işini kaybettiği için yanımıza taşındı. Babam, EvdekiHesap Mağazaları’ndan birinde hırdavat bölümü müdürüydü; hırsızlıkla suçlanıp işten atılıncaya kadar da neredeyse altı yıl bu işte çalışmıştı. Wal-Mart ve Costco gibi dünya çapında market zincirlerinin görmezden geldiği, küçük ya da orta boy bir kasabada yaşamıyorsanız, EvdekiHesap mağazalarını bilmiyor olabilirsiniz. Babam da dâhil olmak üzere bütün EvdekiHesap çalışanları, hasır görünümlü bir şapka (babam ona ‘sandalcı şapkası’ dediklerini söylerdi), mor bir önlük ve çizgili bir papyon takmak zorundaydı. Kendilerini nasıl hissettikleri önemli değildi; müşterileri her zaman neşeyle, “Günaydın, bugün tasarruf etmek ister misiniz?” diye sorarak karşılamaları gerekirdi. Ve sürekli, yapışkan bant veya saç kurutma makinesi gibi ürünlerden oluşan devasa sergi piramitlerini düzgün ve düzenli tutmalıydılar, çünkü müşteriler hepsini dağıtıp dururdu.
Babam; metal bir bahçe kulübesi, Seni Seviyorum Lucy dizisine ait birkaç DVD,bir Barbie kamp karavanı, beş paket kırmızı meyankökü şekeri, müzik çalan pembe melekli imitasyon bir yılbaşı ağacı, bir kahve çekirdeği öğütücüsü, bir Sidney Crosby* hokey sopası, burnu çelik kaplamalı bir çift işçi çizmesi ve içinde kullanma kılavuzu da bulunan beş telli bir bançoyu çalmakla suçlandı. Bir sabah, genel müdürlükten üç adam mağazaya gelmiş ve babamdan hasır şapkasını, mor önlüğünü ve çizgili papyonunu geri vermesini istemişlerdi; hem de iş arkadaşlarının gözü önünde. Çaldığını iddia ettikleri şeylerin ne olduğunu bile söylememişlerdi. Babam EvdekiHesap’a dava açana ve şirket bilgi vermek zorunda kalana dek, bu bilgiye sahip bile değildik. Tek bildiğimiz, babamın artık işsiz olduğuydu. Hatta bunu da, sonunda o bize söylediğinde öğrendik. Olayın olduğu akşam, yemeğe çok geç saatte, boynu bükük halde gelmişti; ne yemek yiyecek ne de bize, yolunda gitmeyen şeyin ne olduğunu söyleyecek hali vardı.
Böyle bir mağazada çalışırken bir şeyleri cebe atmak cazip gibi görünse de, babamın bir hırsız olduğunu sanmıyordum. Yine de bazen yatakta uzanırken, bir an için, söylenenlerin doğru olup olmadığını düşünürdüm. Ama öyle olsa, Barbie karavanını kız kardeşime, Sidney Crosby hokey sopasını da bana vermez miydi? Babam verandada banço çalmayı öğrenirken annem mutfakta mutlulukla kahve çekirdeklerini öğütmez miydi? Bunu aklımdan geçirmek bile bana kendimi kötü hissettiriyordu. Ve kendi çocuğun bile, bir an için de olsa şüpheye düşüyorsa, kasabanın geri kalanı kim bilir ne düşünüyordu? Yanıtı biliyordum. EvdekiHesap gibi büyük bir firmanın, yanılıyor olamayacağını düşünüyorlardı.
2
ÜÇÜNCÜ KAT
Annem de çalışıyordu ve aslında, babamdan daha iyi para kazanıyordu. Annem diş hijyenistiydi. Diş hijyenistliğini genellikle kadınlar tercih ederdi; yaptıkları iş de dişlerinizi temizlemek, plak tabakasını kazımak, küçük çubuklarla florür uygulamak, dolgu sırasında hekime malzemeleri uzatmak ve tükürüklerinizi çekmek gibi şeylerdi. Annemle babamın sıkça söylediği gibi, çocuk yetiştirmek masraflı iş. Ağabeyim üniversitedeydi. Ablam liseye gidiyor, bir yandan piyano dersi alıyor ve her hafta sonu da sinemaya gitmek istiyordu. Kız kardeşimse ikinci el giyinmeyi reddediyordu. Yani bizimkilerin,‘değirmeni döndürebilmek için’, maaşlarının her kuruşuna gereksinimleri vardı.
Evimiz, büyük şehirlerdeki kadar pahalı değildi ama büyüktü; havalı ve eski tuğlaları, evi çevreleyen bir verandası ve babamın daima söylediği gibi, ‘üç cömert katı’ vardı. Annemle babam, çocukluklarında okula giderken bu evin önünden geçermiş. O zamanlar evin kapı ve pencerelerine tahtalar çakılıymış ve insanlar evin perili olduğunu söylermiş. Fakat bir şekilde ikisi de, ileride bu evde yaşamanın hayalini kurarmış. Bunu, lise döneminde, çıkmaya başladıktan sonra keşfetmişler. Sonunda annem bana hamile kaldığında; her ne kadar bu, zar zor ödeyebilecekleri bir kredi borcu ve sonraki yirmi yıl boyunca Tahiti ya da Katmandu’da tatil yapma planlarını rafa kaldırmak anlamına gelse de, evi satın almışlar. Evimizi ben de severdim. Doğrusu, hayatta bildiğim tek ev de burasıydı.
Her neyse. Babam işini kaybettikten sonra, kısa sürede faturaları ödemekte gecikmeye başladık. Annemin kredi kartı borcu tavan yaptı; organik meyve-sebze kamyoneti, peşin ödediğimiz zamanlar dışında haftalık ziyaretlerine son verdi ve sonunda iki ay üst üste kredi taksitimizi de geciktirince, bankadan bir ihtar aldık. Bizimkiler, bu gibi şeylerden asla biz çocukların önünde söz etmezdi. Fakat ben yine de her şeye kulak misafiri olmuştum; bunlara, hayatımda daha önce hiç duymadığım bir laf da dâhildi: İpotek haczi. (İpotek haczi: Borç alınan paranın ödenmemesi nedeniyle, malın, sahibinin elinden alınması.) Bir gün ağabeyim eve telefon edip deri bir üniversite ceketi alabilmek için para istedi; babam küplere bindi. Fakat daha sonra ondan özür diledi ve ertesi gün, garajdan golf sopalarını alıp arabayla bir yere gitti, döndüğünde ise golf sopaları yoktu. Akşam yemeğinde, ağabeyime ceket için para gönderdiğinden söz etti.
“Bir gencin, üniversiteye ait olduğunu hissetmesi gerekir,” dedi. Babam EvdekiHesap’a, o sıralarda dava açtı. Kazanacağından emindi. Ya da en azından, emin olduğunu söylüyordu. Ancak davayı kazansa bile işe dönüp dönemeyeceğini bilemiyordu. Evdeyken, garajdaki atölyesinde çok zaman geçiriyordu; ya sallanan bir sandalye yapıyor, ya çim biçme makinesini tamir ediyordu. (Çalışma tezgâhının üstünde dizili bir sürü aleti vardı. EvdekiHesap’ta bölüm müdürü olmadan önce yine hırdavat katında çalışıyordu ve insanlara yardım etmeyi sevdiği için, terfi ettiğine biraz üzülmüştü.) Babam sonra tekrar bir iş buldu; bu kez bir ayakkabı mağazasında, yarı zamanlı satış yapıyordu ve müdürlük yaparken kazandığının yarısını kazanıyordu. İşte bu nedenle bizimkiler, üçüncü katımızı kiralamaya karar verdi.
Her ne kadar duvarları çatı yüzünden biraz eğilmeye başlamış olsa da büyükçe bir kattı. Temel olarak, bir kemerle ayrılan iki uzun odadan oluşuyordu. Odalardan birinde küçük bir lavabo vardı ama banyo veya mutfak yoktu. Merdivenlerden çıkıp üçüncü kata ulaşmak için tepedeki çatı kapağını ittirmek gerekiyordu. Dört çatı penceresinden, içeri bolca ışık giriyordu.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Çocuk Kitapları Roman (Yabancı)
- Kitap AdıŞapkada Eriyen Bay Karp
- Sayfa Sayısı96
- YazarCary Fagan
- ISBN9786059604987
- Boyutlar, Kapak13,5x19,5, Karton Kapak
- YayıneviTudem Yayınevi /
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Cennetten Kaçan Çocuk ~ Jung Myung Lee
Cennetten Kaçan Çocuk
Jung Myung Lee
Pyongyang’da yaşayan genç matematik dehası Gilmo’nun sakin hayatı, doktor babasının gizli bir Hıristiyan olduğunun öğrenilmesiyle altüst olur. Babasıyla birlikte acımasızlığın hüküm sürdüğü bir çalışma...
- Ölü Ordunun Generali ~ İsmail Kadare
Ölü Ordunun Generali
İsmail Kadare
İtalyan orduları İkinci Dünya Savaşı’nda Arnavutluk’u işgal eder. Arnavut halkının büyük kahramanlığı ve direnciyle karşılaşan faşist ordular geri çekilmek zorunda kalır. İşgal bittiğinde işgalci...
- Ölümden Beter Yazgılar ~ Kurt Vonnegut
Ölümden Beter Yazgılar
Kurt Vonnegut
Bizi durdurabilecek hiçbir şey yok. Tavşanlar gibi çoğalmaya devam edeceğiz. Öngörülemeyen korkunç yan etkileri olan teknolojik aptallıklarla uğraşmaya devam edeceğiz. Artık yıkılmakta olan kentlerimizde...