Alman İmparatoru II. Wilhelm 1898’de Osmanlı İmparatorluğu’na yaptığı ikinci ziyaretinde Kudüs’e de gitmiş, bu yolculuk kapsamında bir süre Şam’da da konaklamıştı. Şam’da 7 Mayıs 1898’de Selahaddin Türbesi’ni ziyaret ettikten sonra, 8 Kasım akşamı onuruna verilen ziyafette yaptığı konuşmada, “Tüm zamanların en şövalye ruhlu hükümdarlarından birinin, büyük Selahaddin’in yaşadığı yerde bulunmaktan” çok mutlu olduğunu söylemiş, Selahaddin’in “çoğu zaman düşmanlarına gerçek şövalyeliğin ne olduğunu öğreten korkusuz ve kusursuz bir şövalye” olduğunu
ifade etmişti.
Kuşkusuz Kayzer Wilhelm’in bu konuşması, Alman İmparatorluğu’nun o dönemdeki propaganda faaliyetlerinden, Osmanlı İmparatorluğu’nu ve İslam dünyasını yanına çekme gayretinden ayrı değerlendirilemez. Ama Selahaddin figürüne yüklenen bu rol yüzyıllar içinde Batı’da –ne ilginçtir ki İslam dünyasından çok daha önce- oluşmuş
Selahaddin efsanesinden, bu efsane de Haçlı Seferleri’nden bağımsız düşünülemez.
Haçlı Seferleri 11. yüzyılın sonundan 13. yüzyılın sonuna kadar Anadolu, Doğu Akdeniz ve genelde Ortadoğu’yu şekillendiren en önemli olaylardan biri, belki de birincisiydi. Doğu ile Batı’yı öncelikle savaş alanında karşı karşıya getiren ama aynı zamanda kültürel, ekonomik, toplumsal açılardan da birbirleriyle buluşturan, tanıştıran Haçlı Seferleri, savaşları, barışları, fetihleri ve karşı-fetihleri, ittifakları ve kahramanlarıyla kendine özgü bir dünya kurmuştu.
Bu kahramanların içinde hem hayatı hem de efsanesiyle en öne çıkan isim de hiç kuşkusuz İslam dünyasının “Kudüs fatihi”, Batılı saldırganları püskürten kahraman diye yücelttiği, Hıristiyan Batı’nın da Haçlı Seferleri’nin hemen ardından Saladin namıyla “şövalye”leştirerek benimsediği, Dante’nin İlahi Komedya’ya dahil ettiği Selahaddin Eyyubi’dir.
Anne Marie-Eddé’nin on yılı aşkın bir çalışma sonucunda kaleme aldığı Selahaddin Eyyubi, en iyi biyografi türünün bir örneği: Bir çağa damgasını vurduğu kabul edilen kahramanın hayatını ve yaptıklarını eldeki tüm kaynakları kullanarak yeniden çizerken, aynı zamanda onu toplumsal, siyasal, ekonomik, kültürel, askeri, vb çok çeşitli boyutlarıyla anlatılan çağının içine yerleştiriyor.
*
Giriş
İşte Doğu’ya geri döndük Sultan Hazretleri!” General Gouraud’nun Temmuz 1920’de Fransız askerleri Şam’a girdiğinde, Selahaddin’in mezarının önünde böyle dediği ileri sürülür.1 Bu cümlenin gerçekten sarf edilip edilmemiş olması o kadar önemli değildir. Cümlenin bu denli meşhur olması, sultanın Doğu’da olduğu gibi Batı’da da ortak bellekte bıraktığı güçlü izin başlı başına kanıtıdır.
Doğu’nun gözünde Selahaddin öncelikle Kudüs’ün, bugün bile üç büyük dinin, Musevilik, Hıristiyanlık ve İslam’ın özlemlerini ve iddialarını billurlaştıran kentin kurtarıcısıydı. Selahaddin ayrıca Batılıları püskürtüp Dicle kıyılarından Sirenayka’ya ve Yemen’den Kuzey Suriye’ye kadar Müslüman dünyanın büyük bölümünü birleştirmeyi başarmış kişiydi. Işıltısı ve popülaritesi kahraman tapıncının kendini her yerde ve sürekli hissettirdiği Ortadoğu’da bu nedenle hâlâ canlılıklarını korumaktadır.2
Selahaddin’in 20. yüzyıldan itibaren Müslüman dünya için (Şiiler hariç; bunun sebebini ileride göreceğiz) geçmişin büyük İslami şahsiyetlerini bile gölgede bırakan gerçek bir ikon haline gelmesinin nedeni, birleşmeyi başaramayan Arap dünyasının, Avrupa sömürgeciliği, İsrail devletinin kurulması, Kudüs’ün İsrail tarafından ilhak edilmesi gibi olaylarla ve nihayetinde, birçok Amerikan müdahalesiyle karşı karşıya kalmasıydı. Bu bağımlılık, hatta acziyet koşulları altında sultan kusursuz bir kurtarıcı figürü, Araplara gururlarını ve haysiyetlerini geri vermeyi bilmiş hükümdar örneği olarak gözüktü. Halbuki, bilindiği üzere, Selahaddin Arap değil Kürt’tü. Bu nedenle onun dilsel ve kültürel “Araplığı”, İslam’a bağlılığı, konukseverlik, cömertlik, sabır gücü, şeref, cesaret gibi Arap değerlerine duyduğu saygı öne çıkarıldı. Bunlar, birbirlerinden çok farklı yöneticilerin onu referans alması, kahraman olarak benimsemesi için yeterli nedenlerdi. Örneğin hem Cemal Abdünnâsır hem Saddam Hüseyin Arapların yeni karizmatik liderleri olarak öne çıkmak için kendilerini Selahaddin’le özdeşleştirmeye çalıştılar.
Batı’da Selahaddin, bugün Arap-Müslüman tarihinin Muhammed veya Harunü’r-Reşid gibi, adı insanlara bir şeyler çağrıştıran ender şahsiyetlerinden biridir. Adı çoğunlukla haçlı seferleriyle, şövalyelik ve kibarlık ruhuyla, cömertlik ve hasımlarına saygıyla bir arada anılır. Selahaddin’in Ortaçağ’dan itibaren çeşitli şövalyelik romansları ve destanlar tarafından taşınan imgesi, tarihsel koşullara göre sürekli değişim göstermiştir. Aydınlanma çağında Voltaire veya Lessing gibi yazarlar onu hoşgörülü, bütün dinlere açık, aydın monark konumuna yerleştirirler. Bugün bile, Hollywood stüdyolarının kahraman rolü vermeyi düşünebileceği tek Müslüman hükümdar muhtemelen Selahaddin’dir. Batı’da yazılmış ilk Selahaddin biyografisi, paradoksal bir biçimde, bir Fransız’ın, 18. yüzyılda Louis-François Marin’in eseriydi. Paradoksal bir biçimde diyorum çünkü daha sonra Fransız tarihyazımı Selahaddin’e ilgisini yitirdi. İngiltere, ABD, Almanya ve İsrail’de çok sayıda mükemmel çalışma yayımlanırken, bu konuda çok az kalem oynatılan Fransa’da son Selahaddin biyografisi 50 yılı aşkın bir zaman önce ve kişiliği yüceltip İslam’ı önemsizleştiren bir bakış açısıyla yazılmıştı.3 Gerçi böyle bir biyografi yazma girişiminin karşısında pek çok güçlük bulunmaktadır. Bunlar büyük ölçüde kaynakların niteliğinden gelmektedir. Çok az arşiv belgesi günümüze ulaşabilmiştir ve elimizdeki anlatısal kaynakların büyük bölümü de Selahaddin’in yakınlarının veya haleflerinin çevresinin eseridir. Onlar da Selahaddin’in hayatını ve saltanatını -bunu bizzat söylemektedirlergayet net bir methiye niyetiyle anlatmışlardır. Dolayısıyla Selahaddin’in gerçek kişiliğiyle durmadan kıyaslandığı ideal monark portresi arasında kesin bir ayrım yapmak her zaman kolay değildir. Bu eserler birçok yönden, İslam’da 10. yüzyıldan itibaren görülen ve bazı saygıdeğer şahsiyetlerin -mezhep kurucuları veya “veli” sayılan kişilikler, erdemlerini öven menakibname edebiyatına; diğer yandan da eski İran geleneklerinden devralınmış, iyi bir hükümdardan beklenen vasıfları -dindarlık, adalet, cömertlik, merhamet, din savunuculuğu, halkına kulak verme ve onunla iç içe olmaanlatan “Mirat” edebi türüne benzemektedirler. Onların çizdikleri Selahaddin portresi İbnü’l-Esir’in tarih tanımında gayet güzel ifade ettiği gibi, gelecek nesillere örnek olmaya yönelikti: “Diğer taraftan yine onlar [hükümdarlar] adil idarecilerin güzel hareketlerini, kendilerinden sonra gerilerinde güzel anılar bıraktıklarını […] öğrenirler ve böylece onların bu hareketlerini beğenirler, böyle yapmaya özenirler ve bu uğurda gayret gösterirler.” Tam aksine, Musullu Zengiler veya Latin devletlerindeki Hıristiyanlar gibi Selahaddin’e düşman çevreler tarafından yazılmış başka metinler de vardır ve bu nedenle onları yorumlamak da aynı ölçüde zordur.
O halde günümüz tarihçisi, kaynaklarına ne kadar güvenebilir? Belli bir husumet biçiminin veya tam tersine az çok resmileşmiş propagandanın payı nasıl ayırt edilebilir? “Gerçek” Selahaddin’i yakalamak, “gerçek” Aziz Louis’ye yaklaşmak kadar zor olmaz mı? Jacques Le Goff’un Kral Aziz Louis hakkında yazdığı çok güzel biyografide sorduğu ve artık meşhur olmuş soruyu kullanacak olursak: Selahaddin diye biri var mıydı? Yakınlarının tanıklıkları aracılığıyla beliren Selahaddin bir modelden, idealize edilmiş bir imgeden başka bir şey değil miydi?
Bu sorulara çeşitli cevaplar verilebilir ama şimdiden iki saptama yapmakta yarar var. Selahaddin’in çağdaşları tarafından yazılmış biyografilerin ihtiyatla
ve eleştirel bir bakışla okunmaları gerektiği ortadadır. Ama bu biyografileri hiç çekincesiz kabul etmek ne denli yanlışsa, bir kalemde ve tümüyle silip atmak da aynı ölçüde yazık olur. Bu eserlerin yazarlarının öncelikli amacı hükümdarlarının anısını ölümsüz kılmak için onun erdemlerini vurgulamak, başarılarını öne çıkarmak olsa bile, onlar Selahaddin’in yakınında bulunmuş, onu dinlemiş, ona tavsiyeler vermiş, yanında savaşmış, namaz kılmış, gündelik hayattaki davranışlarını görmüş, onu teselli etmiş, yüreklendirmiş, son nefesini verinceye kadar başında beklemiş insanlardır. Anlatıları, bazen iyice bariz hale gelen abartılara ve güzellemelere karşın, bu yakınlık anlarının tartışmasız izlerini taşımakta ve sultanlarının kişiliği hakkında sahip oldukları derin bilgiyi kanıtlamaktadır.
Aynı zamanda bu kaynakları, “bilimsel” ve “nesnel” tarihin kurucularından, 19. yüzyılın meşhur Alman tarihçisi Leopold von Ranke’nin ifadesiyle, “olayların gerçekte nasıl cereyan ettiği”ni ortaya çıkarmaya çalışan tarihçininkinden farklı bir bakışla okuyabilmek gerekir. Olgular tabii ki önemlidir -kimse bunu inkâr edemezama bu olguların Selahaddin’in çağdaşları tarafından nasıl sunuldukları, nasıl anlaşılıp yaşandıkları da çok önemlidir. Selahaddin ve onun iktidarı hakkında zihinlerinde nasıl bir imge kalmıştı? Bu imgeyi nasıl ve niçin yaygınlaştırmışlardı? Bu propaganda neyi kapsıyordu? Tek amacı bir kişiliğin yüceltilmesi miydi? Bu söylemlerin gerisinde, iktidar konusundaki siyasi bir anlayışın, belli bir dünya görüşünün ve o dönemin toplumunun dayandığı dini ve ahlaki değerlerin belirdiği söylenemez mi? Seçilmiş imgeler, metaforlar, sözcükler ideal bir hükümdar hakkında sahip olunan fikri açığa çıkarırken, düşmanlarının tasviri -doğru veya yanlış olması bu bağlamda çok önemli değil– ise sultanın vasıflarının altının çizilmesi için bir imkân olarak kullanılıyordu. Bu nedenle elimizdeki kaynaklarda Selahaddin ile Kitab-ı Mukaddes’ten şu veya bu kişi arasında kurulan yakınlıkları tespit etmek, bu kıyaslamaların bir mesnedi olup olmadığını kanıtlamaktan ziyade böyle bir girişimin ardında gizlenen niyetleri ve amaçları saptamaya yönelik olacaktır. Aynı şekilde bir velinin türbesi etrafında yaşanmış bir mucizenin gerçek olup olmadığını sorgulamak yerine, bu mucizenin hükümdar tarafından kendi dinsel politikası çerçevesinde nasıl kullanıldığını araştırmakla ilgileneceğiz.
***
Selahaddin’i zihnimizde canlandırma biçimimiz ondan söz eden kaynaklardan ayrılamayacağı için, işe bu kaynaklardan başlamakta yarar var.3 Selahaddin’in üç yakın mesai arkadaşı, Filistin asıllı bir Mısırlı, bir İranlı ve bir Iraklı bize sultanın hayatı ve saltanatı hakkındaki temel tanıklıkları bıraktılar. Bunlardan ilki, Kadı el-Fazıl (1135-1200) Selahaddin’den iki yaş büyüktü ve onun danışmanı, arkadaşı, neredeyse kardeşi olmuştu. Kariyerine Fatimi devletinin divan-ı inşasında başlayan el-Fazıl 1171’de Selahaddin’in hizmetine girmiş ve çok geçmeden üzerinde büyük nüfuz sahibi olmuştu. Mısır’da tüm idare ve askeri seferlerin finansmanı için şart olan vergi gelirleri onun denetimindeydi. Her gün gözlemlerini kaydettiği günlük ne yazık ki kaybolmuş ama bu günlükten birkaç alıntı elimize ulaşmıştır. Onun divan-ı inşa için kaleme aldığı çok sayıda evrakta ve hükümdarlara, emirlere, ulemaya, bizzat Selahaddin’e ve ailesinin üyelerine yazdığı bol miktarda resmi ve şahsi mektupta –şu ana kadar bulunmuş 800’den fazla belge ve mektupSelahaddin’in politikasının çeşitli yönlerine ilişkin bilgiler bulmak mümkündür. Bu metinlerde el-Fazıl’ın sultanın davranışları ve yönetim tarzı hakkında çok daha kişisel tavsiyeleri de fark edilmektedir. İki adam arasında büyük bir dostluk ve karşılıklı saygı olduğuna kuşku yoktur. El-Fazıl, çelimsizliğine ve sağlık sorunlarına karşın, efendisinden daha uzun yaşadı ve onun iki oğluna da hizmet etti. 1200 yılının başında, 65 yaşında Kahire’de öldü ve arkasında çok sayıda idari ve edebi eserin yanı sıra fıkıh öğrencilerine yardıma, yetimlerin eğitimine ve Frankların elindeki Müslüman esirleri kurtarmaya hasredilmiş birçok vakıf bıraktı.8
Onun gibi idareci olan İmadüddin el-İsfahani (1125-1201) kariyerine Irak’ta başlamış, sonra 1167’de Şam’a yerleşmişti. Orada hem divanda ve maliyede kâtiplik yaptı hem medresede fıkıh dersleri verdi. 1175’te Selahaddin’le tanıştırıldı ve el-Fazıl tarafından desteklenerek divan-ı inşa reis vekili ve Selahaddin’in sır kâtibi olarak istihdam edildi. Geniş edebi kültürü, idare tecrübesi, Farsça bilgisi ve Fırat’ın doğusunda kalan bölgeleri iyi bilmesi Selahaddin açısından değerliydi. Sultan ondan tüm seferlerinde resmi belge ve mektupları yazmak üzere kendisine eşlik etmesini istedi. İmadüddin’den bize zengin bir şiir külliyatı kalmıştır. Tarih eserleri içinde, özellikle Selahaddin hayattayken yazmaya başladığı ve bazı bölümlerini ona da okuduğu Kudüs’ün fethini anlatan el-Fethü’l-kussî fi’l-fethi’l-kudsi ile bir otobiyografi niteliği de taşıyan ve Selahaddin’in saltanatının tarihini anlatan el-Berku’ş-Şâmî’yi (Şam Şimşeği) vurgulamakta yarar var.1o İmadüddin’in tanıklığı temel öneme sahiptir çünkü doğrudan tanığı olduğu olaylar, özellikle muharebelerin seyri, kullanılan silahlar, yürütülen müzakereler gibi konularda verdiği bilgiler son derece kesindir. Kopyaladığı çok sayıda mektup, hem kendisinin hem el-Fazıl’ınkiler imgeler ve metaforlar açısından zengindir ve kullanılması mecburi olan retoriğin gerisinde Müslümanların yöneticileri, müttefikleri ve düşmanları hakkında sahip olabilecekleri bakışı ortaya çıkarmaktadır. Verdiği bilgilerin değeri sonraki pek çok yazar tarafından gayet iyi algılanmış ve bu yazarlar Selahaddin hakkındaki anlatılarının büyük bölümünü onun eserlerinden derlemişlerdir.
Selahaddin’e aynı ölçüde yakın olan üçüncü yazarın adı Bahaeddin İbn Şeddad’dı (1145-1234). Musul’da doğan ve Irak’ta yetişen İbn Şeddad, diğer iki yazardan farklı olarak, idareci değil, hadis ve fıkıh uzmanıydı. Ancak 1188’de, hac ziyareti için gittiği Mekke’den dönerken Selahaddin’in hizmetine girdi. Kuşkusuz Franklar karşısındaki zaferlerinden etkilenen İbn Şeddad, ona Feza’ilü’l-cihâd adındaki cihadın faziletlerini anlatan risalesini sundu, sonra da Selahaddin’in Kuzey Suriye seferinde ona eşlik etti. 1189’dan 1191’e kadar süren sonu gelmez Akka kuşatmasında da onun yanındaydı. Selahaddin onu önce kazasker (kadıasker) olarak atadı, 1192’de ise kısa süre önce yeniden fethettiği Kudüs şehrinin kadılığına getirdi. İbn Şeddad’ın eserlerinin büyük bölümü hadis derlemelerinden ve fıkıh eserlerinden oluşmaktadır ama asıl ününü Sela-
haddin’in yaşamöyküsünü anlattığı eserine borçludur: en-Nevâdirü’s-sulțâniyye ve’l-meḥâsinü’l-Yûsufiyye (Sîretü Şalâḥiddîn, es-Sîretü’l-Yûsufiyye).11 12. yüzyılin sonunda, menakıbnamelere yakın bir üslupla yazılmış eserin amacı bellidir: Önce Selahaddin’in erdemlerini, özellikle de dini vecibelere bağlılığını, adaletini, cömertliğini, merhametini ve cesaretini övmek; bunun ardından kariyerini bilhassa Kudüs’ün fethinden sonraki olaylar, en çok da III. Haçlı Seferi üzerinde durarak anlatmak. İbn Şeddad’ın eserini yazarken İmadüddin’in Kudüs’ün fethini anlatan kitabından yararlandığına kuşku yoktur -iki eserin anlatıları yer yer çok benzeşmektedir ama 1188 tarihinden itibaren İbn Şeddad’ın verdiği özgün bilgiler çoğalır ve esere yaşanmış tanıklığın lezzetini katarlar.
Bu üç yazarın önemi sadece iyi tanıdıkları Selahaddin hakkında dolaysız bir tanıklık sunmalarından değil, siyasal ve dinsel alanda birer aktör olarak üstlendikleri rolden de kaynaklanır çünkü her biri kendince sultanlarının tavrını etkilemiş ve onun propagandasına doğrudan katılmıştır. Tam aksine, o dönemin bir diğer büyük tarihçisi olan İbnü’l-Esir’in (1160-1233) tanıklığı ise olaylara, herhalde Irak ve Yukarı Mezopotamya emirlerinin saraylarında söylenenlere daha yakın bir ışık tutmaktadır. Bu bölgeden olan İbnü’l-Esir ömrünün büyük bölümünü Musul’da geçirmiş ve burada Selahaddin’in iktidarına şiddetle karşı çıkan Zengi atabeyleriyle içli dışlı olmuştu. Ancak 1186’da Musul’daki Zengilerin nihayet Selahaddin’in hükümranlığını tanıdıkları ve onun emrine asker göndermeyi kabul ettikleri bir barış antlaşması imzalandıktan sonra, İbnü’l-Esir 1188’de Kuzey Suriye’deki Franklarla çarpışan Selahaddin’e yardıma giden Musul atabeyine eşlik etti.
İbnü’l-Esir’in Musullu Zengilerle bu yakınlığı tarihsel eserlerinde şu veya bu ölçüde hissedilmektedir. 1211-1219 arasında kaleme aldığı ve Musul atabeylerinin tarihini anlattığı et-Târîbu’l-bâhir fi’d-devleti’l-Atâbekiyye (Târîḥu’d-devleti’l-Atâbekiyye fi’l-Mevşıl),12 açıkça bu hanedanın tarafını tutmaktadır ve Nureddin hakkında yaptığı övgünün, İbn Şeddad’ın Selahaddin için yazdığı övgüden esinlendiğine kuşku yoktur. Yine de en büyük eseri el-Kâmil fi’t-târîh adındaki umumi tarih kitabıdır;13 1231’e kadar gelen bu eser sonraki tarihçiler tarafından da epey kullanılmıştır. İbnü’l-Esir’in, Zengilere duyduğu sempatiden ötürü, Selahaddin’e karşı eleştirel bir tutum takındığı sık sık söylenir. Onun yargılarının çağdaşlarının pek çoğunun tanıklıklarının ayırt edici özelliği olan methiye üslubundan ayrıldığına kuşku yoktur ama Selahaddin’e karşı tamamen olumsuz bir tavır aldığı da söylenemez. Anlatısı bazen İmadüddin’den, daha ender olarak da İbn Şeddad’dan esinlenmektedir ki bu iki yazarın Selahaddin’e karşı kötü niyet besledikleri düşünülemez. Ayrıca İbnü’l-Esir’in sultana yönelik bariz eleştiri içeren sözleri, özellikle kendisine karşı güçlü direniş gösteren şehirler karşısında Selahaddin’in yeterli sebatı göstermemesini hedef almaktadır; ayrıca sultanın, fethedilen bölgelerdeki Frankların gidip Sur’a sığınmalarına olanak veren, böylece bu şehrin güçlenmesini sağlayan aşırı alicenaplığını da eleştirmektedir.14 Ama ileride göreceğimiz gibi, bu eleştirileri dile getiren sadece İbnü’l-Esir değildir ve Selahaddin’in vasıflarına, hele Franklar karşısındaki zaferlerine de asla duyarsız….
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Biyoğrafi-Otobiyoğrafi
- Kitap AdıSelahaddin Eyyubi
- Sayfa Sayısı568
- YazarAnne-Marie Eddê
- ISBN9786254299001
- Boyutlar, Kapak 12,5x19,5 cm, Karton Kapak
- Yayıneviİş Bankası Kültür Yayınları / 2024
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Fırtınalı Yıllar ~ Ahmet Çakır
Fırtınalı Yıllar
Ahmet Çakır
“Yarım yüzyıldır tanıklık ettiğimiz yaşanan savrulmaların hemen hep ters yönde oluşu hazin bir durum. Kişisel yaşantımla ilgili gelişmelerin yanında elbette bunları da aktarmaya çalıştım,...
- Herkes O’nu Anlatıyor – 1 / Ailesi ~ Hatice Kübra Tongar
Herkes O’nu Anlatıyor – 1 / Ailesi
Hatice Kübra Tongar
Gözlerinizi kapatın ve zamanın, çölde savrulan kum taneleri gibi geriye akmasına izin verin. Tarih bin beş yüz yıl önceye gitsin, takvim Asr-ı Saadet’i göstersin,...
- Şeyh Bedrettin – Bir Sufi Alimin Fıkıhçı Olarak Portresi ~ Ayhan Hira
Şeyh Bedrettin – Bir Sufi Alimin Fıkıhçı Olarak Portresi
Ayhan Hira
Osmanlı tarihinde Şeyh Bedreddin kadar ilgi çeken pek az kişi vardır. Nitekim Osmanlı dönemi kaynakları, Şeyh Bedreddin hakkında müspet ya da menfi mutlaka söz...