Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Şeytan ve Karanlık Sular
Şeytan ve Karanlık Sular

Şeytan ve Karanlık Sular

Stuart Turton

AÇIK DENİZLERDE İŞLENEN BİR CİNAYET. İKİ DEDEKTİF. VAR OLUP OLMADIĞI ŞÜPHELİ BİR ŞEYTAN. Yıl 1634 ve dünyanın en büyük dedektifi Samuel Pipps, üzerine atılan…

AÇIK DENİZLERDE İŞLENEN BİR CİNAYET.

İKİ DEDEKTİF.

VAR OLUP OLMADIĞI ŞÜPHELİ BİR ŞEYTAN.

Yıl 1634 ve dünyanın en büyük dedektifi Samuel Pipps, üzerine atılan bir suçtan dolayı idam edilmek üzere gemiyle Amsterdam’a götürülüyordu. Onunla seyahat eden sadık yaveri Arent Hayes, arkadaşının masum olduğunu kanıtlamaya kararlıydı.

Fakat bir dizi gizemli olay mürettebatı ve yolcuları dehşete düşürecekti: Yelkenlerde tuhaf bir sembol belirecek, ölü bir cüzzamlı gemide kol gezecek ve gemideki hayvanlar kurban edilmiş hâlde bulunacaktı. Tüm bunlar yetmezmiş gibi, gölgelerin arasından duyulan bir ses, korkunç bir kehanette bulunarak yolcuları dehşete düşürecekti: “Üç yolcu ölecek.” Bunlardan biri de Samuel’dı.

Tüm bu felaketlerin sorumlusu Şeytan olabilir miydi peki?

Pipps parmaklıklar ardındayken, geçmişten gelen ve şimdi gemiyi batırmakla tehdit eden bu gizemi yalnızca Arent ve Sara çözebilecekti.

“Stuart Turton’dan yine aksiyon dolu bir gizem romanı.” —Booklist

“Çılgın bir yaratıcılık.” —Sunday Times

*

Ada’ya.
Şu an iki yaşındasın ve minik karyolanda uyuyorsun.
Çok tuhaf bir şeysin ve bizi çok güldürüyorsun.
Bunu okuduğunda tamamen bambaşka biri olacaksın.
O zaman hâlâ dost olacağımızı umuyorum. İyi bir
baba olacağımı umuyorum. Çok fazla hata yapmayacağımı
ve yaptığım hataları da affedeceğini umuyorum.
Doğrusunu istersen ne yaptığım konusunda hiçbir fikrim yok.
Ama her zaman çok uğraşıyorum.
Seni seviyorum, evlat. Bu kitap senin için.
Dönüşeceğin kişi için.

GİRİŞ

1634 yılında Birleşik Doğu Hindistan Şirketi, bütün Asya ve Cape’e dağılmış durak noktalarıyla dünyanın en varlıklı ticaret şirketiydi. Bu duraklar arasında en kârlı olanı, Hintli tayfasıyla dolu kalyonlarla Amsterdam’a merasim asaları, biber, baharat ve ipek gönderen Batavia’ydı.

Yolculuk sekiz ay sürüyordu ve tehlikelerle doluydu.

Okyanusların büyük kısmının haritası çıkarılmamış ve yön bulma araçları da gelişmemişti. Batavia ve Amsterdam arasında tek bir güvenli rota vardı ve bu rotadan sapan gemiler genellikle kayboluyordu.

Rotalarını bu “taşıma hattının” içinde tutan gemiler bile, felaketler, fırtınalar ve korsanların insafına kalmıştı. Batavia’da gemiye binenlerin büyük kısmı Amsterdam’a ulaşamayacaktı.

Rütbe sahipleri
Genel Vali Jan Haan, karısı Sara Wessel
& kızları Lia Jan
Mabeyinci Cornelius Vos
Askeri Kaptan Jacobi Drecht
Creesjie Jens & oğulları Marcus ve Osbert Pieter
Vikontes Dalvhain
Önemli yolcular
Vaiz Sander Kers & vasisi olduğu Isabel
Teğmen Arent Hayes
Saardam’ın yüksek rütbeli görevlileri
Baş Tüccar Reynier van Schooten
Kaptan Adrian Crauwels
İkinci Kaptan Isaack Larme
Önemli gemi görevlileri
Lostromo – Johannes Wyck
Zaptiye Nazırı – Frederick van de Heuval
Tutuklu
Samuel Pipps

1

Devasa sırtına bir kaya parçası çarpan Arent Hayes acıyla inledi. İkinci kaya parçası ıslık çalarak kulağının yanından geçti, üçüncüsü dizine çarpıp sendelemesine ve yerde fırlatabilecekleri başka taş parçaları arayan acımasız ve öfkeli kalabalığın daha da fazla yuhalamalarına sebep oldu. Yüzlercesi şehir polisi tarafından zorlukla zaptediliyordu, salyalarla kaplı dudaklarından hakaret çığlıkları yükseliyordu ve gözleri garezden kararmıştı. Sammy Pipps gürültünün içinden, “Tanrı aşkına, bir yere saklan,” diye yalvardı. Tozlu zeminde sendeleyerek ilerlerken kelepçeleri güneş ışığıyla parlıyordu. “İstedikleri benim.” Arent, hem Pipps’in hem de Batavia’daki adamlarının yarısının iki katı boyunda ve bir buçuk katı genişliğindeydi. Tutuklu olan o olmasa da iri bedenini kendisinden çok daha ufak tefek olan arkadaşının kalabalıkla arasına koymuş, onlara onu nişan alabilecekleri çok küçük bir alan bırakmıştı. Sammy’nin gözden düşüşünden önce onlara ayı ve serçe derlerdi. Daha önce bu benzetme hiç bu kadar doğru görünmemişti. Pipps zindandan onu Amsterdam’a götürmek için bekleyen gemiye binmek üzere limana götürülüyordu. Dört silahşor onlara eşlik ediyordu fakat adamlar, kendileri de bir hedef hâline gelmemek için mesafelerini koruyordu. Güvenliğe ulaşmaları için kalan mesafeyi ölçmek üzere toz içindeki teri gözlerinden silerken Arent, “Bana seni korumam için para veriyorsun,” diye homurdandı. “Artık yapamayacak hâle gelene kadar bunu yapacağım.”

Liman Batavia’nin merkezindeki bulvarın en sonundaki devasa kapıların ardındaydı. O kapılar kapandığında kalabalık artık onlara ulaşamayacaktı. Ne yazık ki kapılar, sıcakta çok yavaş ilerleyen bir tören alayının en sonundaydı. Gün ortasında nemli zindandan ayrıldıklarından beri kapılara hiç yaklaşmamış gibiydiler. Bir kaya parçası Arent’in ayağının yanında yere düşüp ayakkabılarının kuru toprakla kaplanmasına sebep oldu. Bir diğeri Sammy’nin zincirlerine çarpıp sekti. Tüccarlar çuvallara doldurdukları taşları satıyor ve bundan epey para kazanıyordu. “Batavia’ya lanet olsun,” dedi Arent öfkeyle. “Piçler ceplerinin boş kalmasına katlanamıyorlar.” Normal bir günde bu insanlar bulvarın iki yanına dizilmiş fırıncılardan, terzilerden, ayakkabıcılardan, ciltçilerden ve mum üreticilerinden alışveriş yapardı. Gülümser, gülüşür, ölümcül sıcaktan şikâyet ederlerdi ama bir adamı kelepçeleyip işkenceye maruz bıraktıklarında en uysal ruh bile kendini şeytana teslim ediyordu. Arent’i iterek uzaklaştırmaya çalışan Sammy, “Benim kanımı istiyorlar,” dedi. “Sen güvenli bir yere git, sana yalvarıyorum.” Arent, ellerini beceriksizce göğsüne bastıran, dehşet içindeki arkadaşına baktı. Koyu renk bukleleri alnına yapılmıştı ve yüksek elmacık kemikleri tutuklu kaldığı süre boyunca yediği dayak yüzünden şişip morarmıştı. Genellikle alaycı olan kahverengi gözleri genişçe açılmış ve umutsuzdu. Gördüğü eziyete rağmen yakışıklı bir adamdı. Bunun aksine Arent’in saçları kısacıktı, burnu yediği yumruklarla düzleşmişti. Biri bir kavga sırasında ısırarak sağ kulağından bir parça koparmıştı ve beceriksizce savrulan bir sopa birkaç yıl önce çenesi ve boynu boyunca yara izi bırakmıştı. Arent inatçı bir tavırla, önlerinde yükselen tezahüratlar yüzünden sesini yükseltmek zorunda kalarak, “Limana ulaştığımızda güvende olacağız,” dedi. Tören alayı, beyaz bir aygırın üzerinde dimdik sırtıyla oturan, dar ceketinin üzerine bir göğüs zırhı sabitlenmiş, belindeki kılıcı tıngırdayan Genel Vali Jan Haan’ın önderliğinde ilerliyordu. Haan on üç yıl önce Birleşik Doğu Hindistan Şirketi adına bu köyü satın almıştı. Yerliler kontratı imzalar imzalamaz köyü tamamen yakıp yıkmış, külleri üzerine yerini alacak şehrin yollarını, kanallarını ve binalarını inşa etmeye başlamıştı. Batavia artık şirketin en kârlı duraklarından biriydi ve Jan Haan şirketin yönetici kadrosuna, gizemli 17 Beyefendi’ye* katılmak üzere Amsterdam’a çağırılmıştı. Aygırı bulvar boyunca ilerlerken kalabalık ağlıyor ve tezahürat ediyor, bacaklarına dokunmak için parmak uçlarını ona doğru uzatıyordu. Yere çiçekler atılıyor, hayır duaları ediliyordu. Haan tüm bunları görmezden gelerek çenesini yukarıda, gözlerini ileride tuttu. Gaga gibi burnu ve kel kafasıyla Arent’e bir atın üzerine tünemiş bir şahini anımsatıyordu. Nefes nefese kalmış dört köle ona ayak uydurmaya çalışıyordu. Köleler süslü bir tahtırevanın içinde Genel Vali’nin karısını ve kızını taşıyordu. Kıpkırmızı suratıyla bir oda hizmetçisi tahtırevanın yanında yürürken sıcağa karşı yelpazesini sallıyordu. Arkalarında, çarpık bacaklı dört silahşor, içinde Ahmak’ın bulunduğu ağır bir kutunun dört köşesini tutuyordu. Alınlarından ter damlıyor, ellerinin üstünü kaplıyor ve kutuyu tutmayı zorlaştırıyordu. Ayakları sık sık kaydığından yüzlerinde korku ifadesi beliriyordu. Genel Vali’nin hazinesine zarar gelirse alacakları cezayı biliyorlardı. Onların ardında, düzensiz bir kalabalık hâlinde saray mensupları ve dalkavuklar, kıdemli rahipler ve aile dostları ilerliyordu. Yıllardır sürdürdükleri ilişkileri onlara, bu rahatsız edici akşamüstünde Genel Vali’nin Batavia’yı terk edişini izleme fırsatı sunmuştu. Gözlem yapmaya dalıp dikkati dağılan Arent kendisiyle sorumluluğu arasında bir boşluk oluşmasına izin vermişti. Uçarak gelen bir taş Sammy’nin yanağına çarpıp kanattı ve bunu kalabalığın tezahüratları izledi. Sinirlerine hâkim olamayan Arent taşı yerden alıp onu fırlatan kişiye geri gönderdi, taş adamın omzuna isabet edip dönerek yere düşmesine sebep oldu. Kalabalık öfkeyle uluyup onları tutmakta zorlanan polislere doğru atıldı.

Etrafta uçuşan diğer taşlardan kendini korumak için başını daha da eğen Sammy minnetle, “İyi atıştı,” dedi. Limana vardıklarında Arent topallıyordu, koca bedeni ağrılar içindeydi. Sammy’nin ufak tefek yaraları olsa da çok zarar görmemişti. Yine de önlerindeki kapılar savrularak açıldığında bir rahatlama nidası çıkardı. Kapının diğer yanında sandıklar, makara hâline getirilmiş ipler, üst üste dizilmiş fıçılar ve hasır sepetlerin içinde gıdaklayan tavuklarla dolu, tıkış tıkış bir alan vardı. Bağırıp çağıran yükleme işçileri, pırıltılı limanda demir atmış yedi Indiaman kalyonuna götürülmek üzere kıyıda bir batıp bir çıkarak bekleyen kayıklara kargoyu yüklerken, domuzlar ve inekler onlara kederle bakıyordu. Toplanmış yelkenleri ve çıplak direkleriyle, ayaklarını havaya dikmiş ölü böceklere benziyorlardı fakat hepsi kısa süre içinde üç yüzün üzerinde tayfa ve yolcuyla dolacaktı. İnsanlar ileri geri kürek çeken vapurları izlerken bozuk para cüzdanlarını tıkırdatıyor, gemilerinin adı söylendiğinde herkesi öne doğru itiyorlardı. Çocuklar kutuların arasında saklambaç oynuyor ya da babaları alev almış geniş, mavi boşluğun utanıp bir bulut göndermesini sağlamaya çalışarak öfkeli gözlerle göğe bakarken annelerinin eteklerine tutunuyordu. Daha varlıklı yolcular, etraflarında hizmetlileri ve pahalı sandıklarıyla onlardan biraz daha uzakta duruyordu. Şemsiyelerinin altında homurdanarak beyhude bir çabayla yelpazelerini sallıyor, dantelli yakalarını tere buluyorlardı. Tören alayı durdu ve kapılar onların ardından kapanmaya başlarken haykıran kalabalığın sesi giderek hafifledi. Son birkaç taş da sandıklardan sektikten sonra saldırı sona erdi. Uzun bir nefes veren Arent ellerini dizlerine dayayıp eğildi, alnından damlayan ter toza düşüyordu. Arent’in yanağındaki bir kesiği inceleyen Sammy, “İyi misin?” diye sordu. “Fena hâlde akşamdan kalmayım,” dedi Arent. “Onun dışında, çok kötü değilim.” “Polis simya çantama el koydu mu?”

Sesinde samimi bir korku vardı. Birçok yeteneğinin yanı sıra Sammy becerikli bir simyacıydı; çantası, soruşturmalarını desteklemek için hazırladığı tentürler, tozlar ve iksirlerle doluydu. Çoğunu üretmesi yıllarını almıştı ve bunu yaparken, yeniden elde etmek için çok uzun mesafeler katetmesi gereken malzemeler kullanmıştı. “Hayır, evi aramaya başlamalarından önce onu yatak odandan çaldım,” diye cevap verdi Arent. “Güzel,” diye onayladı Sammy. “Küçük bir kavanozda bir merhem var. Yeşil olan. Onu her sabah ve her akşam yaralarına sür.” Arent keyifsizce burnunun üzerini kırıştırdı. “Şu sidik kokulu olan mı?” “Hepsi sidik gibi kokar. Sidik gibi kokmuyorsa iyi bir merhem değildir.” Rıhtım tarafından Sammy’nin adını söyleyerek bir silahşor yaklaşıyordu. Üzerinde kırmızı tüy olan yıpranmış bir şapka takmış, aşağı sarkık kenarını gözlerinin üzerine doğru çekmişti. Karmakarışık, kirli, sarı saçları omuzlarına dökülüyor, sakalı yüzünün büyük kısmını gizliyordu. Arent onu onaylayan gözlerle inceledi. Batavia’daki silahşorların çoğu, ev korumalarıydı. Işıl ışıl parlar, şık selamlar verirlerdi ve gözleri açık uyumak konusunda başarılılardı, öte yandan bu adamın yıpranmış üniforması, onun gerçekten askerlerin yapması gereken işleri yaptığını gösteriyordu. Mavi ceketinin üzerinde eski kan lekeleri vardı ve her biri defalarca dikilmiş kurşun ya da kılıç delikleri de göze çarpıyordu. Dizlerine kadar inen kırmızı pantolonunun altında güneşten yanmış, sivrisinek ısırıkları ve yara izleriyle dolu, kıllı bacakları görünüyordu. Barut dolu bakır mataralar bir palaskanın üzerinde tıngırdıyor, güherçile* çubuklarıyla dolu keselere çarpıyordu. Arent’in yanına ulaşan silahşor ayağını sertçe yere vurdu. “Teğmen Hayes, ben Askeri Kaptan Jacobi Drecht,” deyip eliyle yüzünün önündeki bir sineği kovaladı. “Genel Vali’nin korumalarından ben sorumluyum. Ailenin güvenliğini sağlamak için ben de sizinle yolculuk edeceğim.” Drecht yanındaki silahşorlara döndü.

“Haydi, gemiye binin, beyler. Genel Vali, Bay Pipps’in güvenli biçimde gemiye alınmasını istiyor.” Tepeden gelen bir ses, “Beni dinleyin!” diye emretti. Güneş ışığına karşı gözlerini kısıp boyunlarını çevirerek yukarıdaki sese doğru döndüler. Gri paçavralar içinde bir adam, bir sandık yığınının üzerine çıkmıştı. Elleri ve yüzü kanlı bandajlarla sarılmıştı, sadece gözleri için küçük bir boşluk bırakılmıştı. Drecht tiksintiyle, “Bir cüzzamlı,” dedi. Arent içgüdüsel olarak bir adım geri çekildi. Çocukluğundan beri ona, sadece varlıkları bile bütün bir köyü mahvetmeye yeten bu harcanmış insanlardan korkması öğretilmişti. Tek bir öksürük, en hafif bir dokunuş, uzun süren, korkunç bir ölüm anlamına gelirdi. Tören alayının başındaki Genel Vali, “O yaratığı öldürüp yakın,” diye emir verdi. “Cüzzamlıların bu şehre girmesi yasak.” Silahşorlar birbirlerine bakarken bir kargaşa yaşandı. Adam mızrak atamayacakları kadar yukarıdaydı, tüfekleri çoktan Saardam’a yüklenmişti ve hiçbirinin yayı yoktu. Aşağıda yarattığı paniğin farkında değilmiş gibi görünen cüzzamlı, önünde toplanan herkesi tek tek süzdü. “Bilin ki benim efendim,” –dolaşan bakışları Arent’in üzerine kilitlenerek paralı askerin kalbinin hoplamasına sebep oldu– “Saardam’la yelken açıyor. O gizli şeylerin efendisidir; tüm umutsuz ve karanlık şeylerin. Eski kanunlara uygun olarak size bu uyarıyı gönderdi. Saardam’ın yükü günah ve bu gemiye binen herkes acımasız bir yıkıma uğrayacak. Bu gemi Amsterdam’a ulaşamayacak.” Adam son sözünü söylediği an, üzerindeki cübbenin etekleri alev aldı. Çocuklar ağlamaya başladı. İzleyen kalabalığın soluğu kesildi ve insanlar dehşetle çığlık attı. Cüzzamlı hiç ses çıkartmadı. Ateş, adam tamamen alev alana kadar bedeni boyunca tırmandı. O hiç kıpırdamadı. Gözlerini Arent’e kilitlemiş hâlde, sessizce yandı.

….

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Yazarın Diğer Kitapları

Bebhome Kahve

Aynı Kategoriden

  1. İvan İlyiçin Ölümü ~ Lev Nikolayeviç Tolstoyİvan İlyiçin Ölümü

    İvan İlyiçin Ölümü

    Lev Nikolayeviç Tolstoy

    İvan İlyiç, önce sorgu yargıcı, sonra da hakim olarak yaptığı görevinde mutludur. İnsanların, onun ağzından çıkacak kelimelerle kaderlerinin değişmesi kendisini güçlü ve önemli hissetmesine...

  2. Doktor Faustus ~ Thomas MannDoktor Faustus

    Doktor Faustus

    Thomas Mann

    Elimizdeki verili düşünce sistemine göre barbarlık, kültürün karşıtı olabilir; ama bu düşünce sisteminin dışında, kültürün karşıtı, başka bir şey de olabilir ya da hiç...

  3. Büyücü ve Diğer Gotik Öyküler ~ Kyoka İzumiBüyücü ve Diğer Gotik Öyküler

    Büyücü ve Diğer Gotik Öyküler

    Kyoka İzumi

    “Ay ışığında, onların evin önünde zıplayan ve dans eden korkunç siluetlerini görebiliyordum. Bunlar dağların ve nehirlerin kötü ruhları mıydı?”  Fantazi ve gizem öyküleri kaleme...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur