Kendimi bildim bileli evlere bakmak için dışarılarda geziniriz, yakışmayan çiçek ve saksıları bahçelerden alırız. Sulama aletlerinin yerini değiştirir, posta kutularını düzeltir, ağır olduklarından çimlere konmaması gereken süs eşyalarını kaldırırız. Ayaklarım pedallara yetişecek yaşa geldiğimde arabayı ben kullanmaya başladım. Böylece annem biraz daha özgürlük kazandı.Yıpranmış ilişkiler, takıntılı eşler, sinir krizi geçiren ebeveynler, aklını kaybeden yaşlılar, ortadan kaybolan çocuklar…Samanta Schweblin 2015 Ribera del Duero Öykü Ödülü’nü kazanan Yedi Boş Ev’deki öykülerde akıl sağlığı pamuk ipliğine bağlı bir insanlığa ayna tutuyor.
“Adam beş yaşındaki kızını
yemek odasıyla mutfak arasında yolunu
kaybetmeden önce uyarmıştı:
‘Bu ev ne büyük sayılır ne de küçük,
ama en ufak bir dikkatsizlikte yola dair
işaretler silinip gider, ve sonunda bu
hayatta bütün ümidini kaybedersin.’”
Juan Luis Martínez,
“Bir Ailenin Ortadan Kayboluşu”
“A: Bu daireyi sevdim.
B: Güzel olmasına güzel, ama büyüklüğü
bir kişiye ancak yeter,
ya da birbirine gerçekten yakın iki kişiye.
A: Birbirine gerçekten yakın iki tanıdığın var mı ki?”
Andy Warhol,
Andy Warhol Felsefesi
İçindekiler
Hiç Alakası Yok ……………………………………………………….. 15
Babamlar ve Çocuklarım …………………………………………… 29
Böyle Şeyler Evimizde Olağandır ……………………………….. 39
Mağaramsı Nefes ……………………………………………………… 45
Kırka Kırk ………………………………………………………………. 97
Şanssız Bir Adam ……………………………………………………. 105
Dışarı Çıkmak ……………………………………………………….. 115
HİÇ ALAKASI YOK
“Kaybolduk,” diyor annem.
Fren yapıp direksiyonun üstüne eğiliyor. İnce ve yaşlı parmakları direksiyonun plastiğini kuvvetle kavrıyor. Eve yarım saat mesafedeki, en çok hoşumuza giden sitelerden birindeyiz. Etrafta büyük ve güzel müstakil evler var, ama yollar toprak ve bütün gece yağmur yağdığı için çamurlu.
“Çamurun ortasında durman şart mıydı? Şimdi buradan nasıl çıkacağız?”
Lastiklerin çamura ne kadar gömüldüğünü görmek için kapımı açıyorum. Epey gömülmüşler, yeterince gömülmüşler. Kapıyı çarparak kapıyorum.
“Ne yapıyorsun, anne?”
“Ne demek ne yapıyorum?” derken sersemliği samimi.
Ne yaptığımızı gayet iyi bilsem de yaptığımızın ne kadar tuhaf olduğunu daha yeni idrak ediyorum. Annem anlamamış gibi dursa da cevap veriyor, çünkü neyi kastettiğimi biliyor.
“Evlere bakıyoruz,” diyor.
Gözlerini kırpıştırıyor, kirpikleri fazlasıyla rimelli.
“Evlere mi bakıyoruz?”
“Evlere bakıyoruz,” diyor ve etrafımızdaki evleri işaret ediyor.
Devasa evler bunlar. Taptaze çimlerle kaplı yükseltilerin üstünde göz kamaştıran, akşamüstünün kuvvetli aydınlığında parıldayan evler. Annem iç geçiriyor ve ellerini direksiyondan ayırmadan sırtını koltuğa yaslıyor. Başka bir şey demeyecek. Belki de ne demesi gerektiğini bilmiyor. Ama aynen söylediği şeyi yaptığımız yalan değil. Evlere bakmaya geldik. Başkalarının evlerine bakmaya geldik. Bunun gizemini şimdi çözmeye çalışmam bardağı taşıran son damla olabilir, çünkü annemin kendimi bildim bileli zamanımı çöpe attığını teyit etmiş olurum. Annem birinci vitese takınca lastikler bir an boşa dönse de araba ileri atılarak beni şaşırtıyor. Başımı çevirip gerideki dört yol ağzına, toprak yolda çizdiğimiz felaket izlerine bakıyorum, aynı şeyi dün iki sokak aşağıda, başka bir sefer de site çıkışının biraz öncesinde yaptığımızı bekçiler fark etmesin diye dua ediyorum. Yolumuza devam ediyoruz. Annem arabayı dümdüz sürüyor, müstakil evlerden hiçbirinin önünde durmuyor. Sundurmalar, hamaklar ve tentelerle ilgili hiçbir yorum yapmıyor. İç geçirmiyor, şarkı mırıldanmıyor. Nerede olduğumuza dair saptamalarda bulunmuyor. Bana bakmıyor. Birkaç sokak ötede evler iyice lüksleşiyor ve önlerindeki çim kaplı alanların yüksekliği azalıyor, kaldırımların yokluğunda toprak yoldan itibaren çimler bahçıvanların özenle belirlediği çizgilerin ardında, sokakla aynı seviyedeki arazileri yeşil bir su aynası gibi kaplıyor. Annem sola sapıyor ve birkaç metre ilerliyor. Yüksek sesle kendi kendine konuşuyor:
“Buradan çıkış yok.”
İleride birkaç ev daha var, ötesindeyse yol bir koruda sona eriyor.
“Yol çok çamurlu,” diyorum, “arabayı durdurmadan geri dön.”
Kaşlarını çatarak bana bakıyor. Yolun sağındaki çimenliğe yaklaşıyor ve arabayı ters yöne çevirmeye girişiyor. Sonuç korkunç: Çaprazlama bir eğri çizerek dönmeye çabalarken yolun solundaki çimenliğe dalıyor ve frene basıyor.
“Sıçayım,” diyor.
Gaza basıyor ve tekerlekler çamurda boşa dönüyor. Etrafı incelemek için dönüp geriye bakıyorum. Karşıdaki bahçede bir oğlan var, evlerden birinin kapı eşiğine yakın duruyor. Annem yine gaza basıyor ve geri geri çıkmayı başarıyor. Şimdi yaptığı bu: Geri viteste sokağın karşı tarafına geçiyor, oğlanın olduğu evin çimenliğine çıkıyor ve yeni biçilmiş çim örtüsünün üstünde tekerlekleriyle yarım daire şeklinde, birbirine paralel iki çizgi çiziyor. Araba evin koca pencerelerinin önünde duruyor. Oğlan olduğu yerde dikiliyor, elinde plastik bir kamyon, dalgın gözleri üstümüzde. Özür dilercesine –ya da uyarırcasına– elimi kaldırdığımda oğlan kamyonu bırakıp koşarak eve giriyor. Annem bana bakıyor.
“Gazla,” diyorum.
Tekerlekler patinaj yapıyor, ama araba yerinden kımıldamıyor.
“Yavaş ol, anne!”
Koca pencerelerin perdeleri açılıyor, ardında bir kadın beliriyor ve önce bize sonra da bahçesine bakıyor. Oğlan da kadının yanında ve parmağıyla bizi işaret ediyor. Perdeler kapanıyor ve annem uğraştıkça araba daha da çamura batırıyor. Kadın evin önüne çıkıyor. Yanımıza gelmek istiyor, ama çimenlere basmak istemiyor. Çimenliğin ortasındaki vernikli ahşap yolda birkaç adım attıktan sonra yön değiştiriyor ve çimlere parmak uçlarında basarak bize doğru geliyor. Annem yine sıçayım diyor, bu kez sesi alçak çıkıyor. Ayağını gazdan çekiyor ve sonunda direksiyonu da bırakıyor.
Kadın arabanın yanına geliyor ve bizimle konuşmak için cama eğiliyor. Bahçesinde ne işimiz olduğunu öğrenmek istiyor ve bunu sorma biçimi terbiyeli değil. Oğlan evin girişindeki sütunlardan birinin ardından bizi gözetliyor. Annem çok üzgün olduğunu söyleyerek özür diliyor ve bunu defalarca tekrarlıyor. Kadın ise onu duymuşa benzemiyor. Sadece bahçesine, çimlere gömülü tekerleklere bakıyor ve orada ne işimiz olduğunu, bahçesine niçin saplandığımızı, verdiğimiz zararı fark edip etmediğimizi soruyor. Araya girip annemin çamurda araba kullanmayı bilmediğini söylüyorum. Annemin iyi olmadığını söylüyorum. Derken annem alnını sertçe direksiyona indiriyor ve öylece kalıyor, ölmüş ya da felç olmuş gibi bir hali var. Sırtı titriyor, ağlamaya başlıyor. Kadın bana bakıyor. Ne yapacağını bilemiyor. Annemi sarsıyorum. Alnını direksiyondan ayırmıyor, kolları tepkisizce iki yanından sarkıyor. Arabadan çıkıyorum. Kadından yine özür diliyorum. Uzun boylu, sarışın bir kadın, oğlan gibi o da cüsseli, başı iri olsa da gözleri, burnu ve ağzı birbirine çok yakın. Annemin yaşlarında.
“Bu zararı kim karşılayacak?” diyor.
Param yok, ama karşılayacağımızı söylüyorum. Özür diliyorum ve zararı elbette karşılayacağımızı söylüyorum. Kadın bunu duyunca biraz sakinleşiyor. Dikkatini bir an anneme çeviriyor, ama bahçesini unutmadığı da belli.
“Hanımefendi, iyi misiniz? Ne yapmaya çalışıyordunuz?”
Annem başını kaldırıp kadına bakıyor.
“Berbat haldeyim. Lütfen bir ambulans çağırın.”
Kadın annemin ciddi mi olduğunu yoksa dalga mı geçtiğini anlamaya çalışıyor. Annemin ciddi olduğu kesin, ama ambulanslık bir durum da yok. Kadına beklememiz gerektiğini, ambulans çağırmaya gerek olmadığını belirten bir hareket yapıyorum. Kadın birkaç adım gerileyip önce annemin eski ve paslı arabasına, sonra da biraz ötedeki kendi şaşkın oğluna bakıyor. Burada olmamızı istemiyor, ortadan kaybolmamızı istiyor, ama bunu nasıl başaracağını bilemiyor.
“Lütfen,” diyor annem, “ambulans gelene kadar bana bir bardak su verebilir miydiniz?”
Kadın harekete geçmekte tereddüt ediyor, bizi bahçesinde bir başımıza bırakmak istemiyor gibi bir hali var.
“Olur,” diyor.
Yanımızdan ayrılıp oğlunu tişörtünden tutuyor ve kendisiyle beraber içeri götürüyor. Evin ön kapısı çarparak kapanıyor.
“Ne yapmaya çalışıyorsun, anne? Çık dışarı, arabayı kurtarmaya çalışacağım.”
Annem koltukta doğruluyor, bacaklarını yavaşça kımıldatıyor ve arabadan çıkmaya hazırlanıyor. Etrafta geniş odun parçaları ya da taşlar arıyorum ki tekerleklerin altına koyup arabayı çıkarmayı deneyeyim, ama her şey çok düzenli. Etrafta çim ve çiçeklerden başka bir şey yok.
“Odun bulmaya gidiyorum,” diyorum anneme, yolun sonundaki koruyu işaret ederek. “Bir yere kımıldama.”
Annem arabadan çıkmak üzereyken bir an hareketsizleşiyor, sonra yeniden koltuğa yıkılıyor. Havanın karardığını fark edince endişeleniyorum, arabayı karanlıkta kurtarabilir miyim, bilmiyorum. Koru sadece iki ev ötede. Ağaçların arasında yürüyorum, aradığımı bulmam birkaç dakika sürüyor. Döndüğümde annem arabada değil. Dışarıda kimse yok. Evin kapısına yaklaşıyorum. Oğlanın kamyonu paspasın üstünde. Zili çalıyorum ve kapıyı kadın açıyor.
“Ambulans çağırdım,” diyor. “Nerede olduğunuzu bilmiyordum, anneniz yeniden bayılacağını söyledi.”
İlk bayılması ne zamandı ki, diyorum içimden. Elimde odun parçalarıyla içeri giriyorum. Tuğla boyunda iki odun parçası. Kadın beni mutfağa götürüyor. Duvardan duvara halı kaplı iki salondan geçiyoruz, ardından annemin sesini duyuyorum.
“Bunlar beyaz mermer mi? Beyaz mermere nasıl paranız yetti? Baban ne iş yapıyor, canım?”
Masada oturuyor, bir elinde bir fincan, öbüründeyse şekerlik var. Oğlan da karşısına oturmuş onu izliyor.
“Gidelim,” diyorum, odunları göstererek.
“Şu şekerliğin desenini gördün mü?” diyor annem, şekerliği bana uzatarak. Hiç etkilenmediğimi görünce ekliyor: “Kendimi gerçekten çok kötü hissediyorum.”
“O süs için,” diyor oğlan, “asıl şekerliğimiz bu.”
Anneme tahtadan yapılmış başka bir şekerlik uzatıyor. Annem bakmıyor bile, ayağa kalkıyor ve kusmak üzereymiş gibi hızla mutfaktan çıkıyor. Bıkkınlıkla peşinden gidiyorum. Koridordaki küçük bir tuvalete kapanıyor. Kadınla oğlan beni izliyor, ama peşimden gelmiyorlar. Tuvaletin kapısını tıklatıyorum. İçeri girebilir miyim diye soruyorum ve bekliyorum. Kadın mutfaktan bana sesleniyor:
Ambulansın on beş dakikada geleceğini söylediler.”
“Teşekkürler,” diyorum.
Tuvaletin kapısı açılıyor. İçeri girip kapıyı arkamdan kapıyorum. Odunları aynanın yanına bırakıyorum. Annem klozet kapağına oturmuş ağlıyor.
“Ne oluyor, anne?”
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Öykü
- Kitap AdıYedi Boş Ev
- Sayfa Sayısı128
- YazarSamanta Schweblin
- ISBN9789750746079
- Boyutlar, Kapak12,5x19,5 cm, Karton Kapak
- YayıneviCan Yayınları / 2022
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Gündüz Düşleri ~ Işık Gürer
Gündüz Düşleri
Işık Gürer
Ansızın oluverdi, birden bire… Çalan telefonun sesiyle, sağ taraftaki kaburgama doğru, öyle bir savruldu ki yüreğim, kırıldı sandım. İşte başladık, harekete geçti artık. Ona...
- Kağnı ~ Sabahattin Ali
Kağnı
Sabahattin Ali
Fakat sorarım size: Köylü verdiğine mukabil ne alır? Yolunu kendi yapmaya mecburdur, sokakları zavallı talihinden daha karanlıktır ve mektep, yüz köyün birinde bile yoktur....
- Mavi Köpeğin Gözleri ~ Gabriel Garcia Marquez
Mavi Köpeğin Gözleri
Gabriel Garcia Marquez
Görünmez bir güneş omuzlarımızı ısıtmaya başladı. Ama güneşin varlığı bile ilgimizi çekmiyordu. Mesafe, zaman ve yön kavramımızı kaybetmiş halde orada, nerede olduğunu bilmedi ğimiz...