Edebiyat tarihinin büyük isimlerinden Stefan Zweig, gözlemleri ve acı dolu geleceği öngören duyarlılığıyla 20. yüzyıl Avrupasına damgasını vurmuş bir aydındı.
“Şimdi başka bir yüzyıldan ya da başka bir ulustan geliyormuş gibi kendini tecrit etmek mümkün değildir. İnsan zorla tarafsız kalamaz. Savaş ile ilgili normal ve insancıl bir görüşe sahip olabilmek için tek bir olasılık vardır: savaşın farkında olmak ve savaşı, kendileri asla cephede bulunmamış savaş çığırtkanlarından dinlememek. Bunun dışındaki her şey kendini kandırmak, kendini aldatmak, soyut şeylerle kendini uyuşturmak ve kendinden geçmek anlamına gelir.”
Ölmeden önce üzerinde çalıştığı son kitabı Clarissa, Zweig’ın sözleriyle, “Bir kadının yaşadıklarından hareketle, 1902’den sa vaşın patlak vermesine kadar geçen süre içinde dünyanın anlatıldığı roman”dır. Zweig, Avusturyalı bir subayın kızı Clarissa Schuhmeister’in hayatını anlatırken, Birinci Dünya Savaşı’nın gerek Avusturya ve Orta Avrupa kültürü, gerek bireyler üzerindeki etkisini gözler önüne serer. Clarissa, yazarının 1942’deki intiharıyla yarım kalmış, ancak 39 yıl sonra 1981’de gün ışığına çıkarılan metni Zweig’ın yayıncısı Knut Beck tamamlamıştı.
1902_1912
Clarissa ileri yıllarda geçmiş hayatını anımsamaya çalıştığında olaylar arasında bağlantı kurmakta zorlanıyordu. Yaşamının büyük bir bölümünün üzerinden adeta bir kum fırtınası esmiş ve olan biteni silip süpürmüş gibiydi, zaman bile bulutlar gibi belirsiz ve ölçüsüz akıp gitmişti. Tüm o uzun yıllar hakkında neredeyse hiçbir şey hatırlamazken bazı haftalar, hatta günler ve saatler zihninde taptazeydi ve sanki daha dün yaşanmışçasına duygularını ve hafızasını meşgul etmekteydi; bazen bunların sadece küçücük bir bölümünü tüm benliğiyle yaşadığını, diğer bölümünün ise yorgunluk ya da anlamsız görevler içinde kaybolup gittiğini düşünüyordu.
Çoğu insan çocukluğu hakkında çok şey hatırlar, O ise tam tersine çocukluğu hakkında çok az şey hatırlıyordu. Öze! koşullar nedeniyle hiçbir zaman gerçek bir yuvası olmamış, aile sıcaklığını tatmamıştı. Genelkurmay’da bir yüzbaşı olan babasının Galiçya’da küçük bir garnizon kentinde görevli olduğu sırada dünyaya gelmişti. Doğumu sırasındaki bir dizi talihsiz olay nedeniyle annesi hayatını kaybetmişti; alay doktoru grip nedeniyle hasta yatıyordu, telgrafla komşu kentten çağrılan doktor ise şiddetli kar fırtınası nedeniyle gecikmiş ve zatürreeye yakalanan annesini zamanında tedavi edememişti. Clarissa garnizonda yapılan vaftizden hemen sonra kendisinden iki yaş büyük olan ağabeyiyle birlikte hastalıklı, değil başkasına bakacak, kendisi bakıma muhtaç büyükanneye götürülmüştü; büyükannenin ölümünden sonra Clarissa, babasının üvey ablasının, ağabeyi ise babasının küçük kız kardeşinin başına atılmıştı. Değişen evlerle birlikte evlerin içindeki yüzler, onlarla ilgilenen hizmetkârların şekli, cinsi de değişiyordu. Almanlar, Bohemyalılar, Lehler; alışmaya, katılmaya, ısınmaya, ortama uyum sağlamaya hiç vakit kalmıyordu; daha ilk sıkılganlık atlatılmamıştı ki, 1902 yılında Clarissa sekiz yaşındayken babası askeri ataşe olarak Petersburg’a gönderilmiş, bu nedenle aile meclisi her ikisi için de daha düzenli bir hayat sağlamak üzere Clarissa’yı Viyana yakınlarındaki bir manastır okuluna, ağabeyini de bir askerî okula göndermeye karar vermişti. Çok ender gördüğü babasıyla ilgili olarak hafızasında çok az şey kalmıştı; o günleri anımsamaya çalıştığında, babasının simasından ve sesinden ziyade, onu ve ağabeyini terbiye edeceğim diye ellemelerine izin vermediği ve dokunduğu anda sert bir şekilde küçücük parmaklarını uzaklaştırdığı, oysa oynamayı çok arzu ettiği, şıngırdayan yuvarlak nişanların asılı olduğu pırıl pırıl mavi üniformasını hatırlıyordu. Ağabeyiyle ilgili hatırladığı ise yakası açık bahriyeli kıyafeti ile biraz da kıskandığı altın sarısı düz saçlarıydı.
Clarissa sonraki on yılı bir manastır okulunda geçirdi, sekiz yaşından hemen hemen on sekiz yaşına kadar olan on yılı. Bu kadar uzun bir dönem hakkında çok az şey hatırlamasının nedeni, babasının bir özelliğinden kaynaklanıyordu. Geçen bu süre içinde alayın yarbayı konumuna yükselen Leopold Franz Xaver Schuhmeister yüksek askeri çevrede en eğitimli, en bilgili taktik uzmanı ve kuramcı olarak bilinirdi, her ne kadar çalışkanlığı, güvenilirliği ve birikimine saygı duyulsa da, hafif alaylı bir ima da eksik olmazdı; samimi ortamlarda komutan hafif gülümseyerek, “Bizim istatistikçimiz,” derdi. Çünkü dayanıklı, inatçı bir işçi olan Schuhmeister sert görünüşünün altında pek utangaç ve ağırkanlıydı; savaştaki başarının Önkoşulunun sistematik olarak oluşturulmuş bilgi akışında yattığını düşünüyordu; yavaş yavaş bu fikre ulaşmıştı, çünkü savaş sistemindeki her türlü yenilik ve esnekliğe karşı kuşku duyuyordu. Komşu Alman alayında bile hayranlık uyandıran bir gayretle dış ordular hakkında gazetede yayımlanabilen her türlü veriyi topluyor, düzenliyor ve durmaksızın temiz fasiküller, hiç kimsenin bakmasına izin vermediği özel fasiküller haline getiriyordu. Böylece her zaman olduğu gibi yurtdışında da saygı gören bir otorite olmuştu, hatta kendisinden korkuluyordu Üç, hatla dört odada bulunan bir laboratuvarda gerek kaydı tutulmuş gerek gerçekte var olan orduların özünü saklıyordu; farklı elçiliklerde bulunan Avusturya askeri ataşeleri, onun askeri herbaryumuna dahil etmek için en küçük ayrıntılar hakkında bile bilgi edinmek üzere sürekli olarak gönderdiği anketler nedeniyle ona küfrediyorlardı. Görev aşkı ve inançla başladığı ve gitgide daha çok ayrıntıyı biriktirme, ayrıca bunları yazı ve tablo olarak doküman haline getirme işi, her şeyi sisteme sokma arzusu nedeniyle bir tutkuya, hatta neredeyse hastalığa dönüşmüştü; sonuçta bu uğraşı, eşinin erken ölümü nedeniyle sığlaşan ve boşalan hayatına yeni bir anlam katmış ve bu boşluğu tamamen doldurmuştu. Bunlar, bir sanatçının aşina olduğu titizlik ve simetri tutkusunun küçük sevinçleriydi, çünkü oyalanma içgüdüsü bağımlılık yaratabilir. Kırmızı ve yeşil mürekkepleri, ucu sivriltilmiş kurşunkalemleri seviyordu. Bütün bu garip eserler koleksiyonu onu cezbediyordu. Bunları oğluna gösterememek ise gizli üzüntüsüydü. Yalnızca kendisi, karşılaştırarak yazmaya duyulan bu teknik arzuyu tanı yor, biliyordu. Eskiden işten eve gelip de boğazım sıkan yakalığını çıkarıp iş stresinden uzaklaştığında, o tarihlerde henüz hayatta olan eşinin çaldığı piyanoya kulak verir ve hareketsiz ruhunun bu müzik eşliğinde canlandığını hissederdi; tiyatroya ya da gezmeye giderlerdi, bunlar onun oyalanmasına ve rahatlamasına yardımcı olurdu İş arkadaşlarıyla da nasıl ilişki kuracağını pek bilemediğinden, eşinin ölümünden sonra akşamları tamamen boşalmıştı ve o da bunları kalem, makas, cetvelle evde de kartotekler oluşturarak doldurmuştu. Bu kartotekleri daha sonra yayımladığı “Askeri İstatistik Tablolar” için kullanmıştı, elbette en gizli bilgiler yalnızca vatanın ileri gelenleri için saklıydı. Böylelikle mesai sırasında yan odadan istemek yerine ondan bilgi almak âdet haline gelmişti. Başkaları için angarya olan rakam ve sayılardan, nicelik ve farklılıklardan bir askerden çok bir matematikçi olarak küçük odasında, gizli, başkaları tarafından anlaşılmayan bir bilgi edinme arzusu yaratmıştı. On binlerce gözlemin her birinden ordu ve monarşi için paha biçilmez bir bilgi hazinesi oluşturduğunun farkındaydı ve bununla da gurur duyuyordu. Gerçekten de 1314 yılında mobilize edilebilecek tümenler hakkında yaptığı hesaplamaları, Conrad von Hötzendorff’un iyimser tahminlerinden daha doğru çıkmıştı. Yazdıkları giderek söylediklerinin yerini alıyor, laboratuvarındaki malzemeler giderek gerçek dünyası haline geliyordu ve aslında gittikçe daha da yalnızlaşmasına rağmen, diğerlerinin gözünde daha katı, daha içine kapanık görünüyordu. Yalnızlaştıkça, yazışmayı konuşmaya tercih ediyordu. Alışkanlıklarda ısrarcı olduğu için her alıştırmanın devamını getiriyor, hatta farkında olmadan bir alışkanlığa dönüştürüyordu, alışkanlık ise zorunluluk ve boyunduruğa dönüşüyordu: Bir şeyi sistemsiz yapmaya tahammülü yoktu.
Bu garip asker herhangi bir şeyi ya da olayı anlamak için tek bir yol biliyordu: tablo yapmak. Hatta çocuklarının gönlüne giden yolu ararken bile, nasıl şefkat göstereceğini bilmediğinden ve onlarla konuşmayı beceremediğinden baba sevgisini göstermenin tek yolunun onlardan günlük ve okul hayatları hakkında düzenli yazılı rapor vermelerini istemek olduğunu sanıyordu. Petersburg’dan dönüp Savaş Bakanlığı’ ndaki görevine başlar başlamaz ilk ziyaretine gittiği on bir yaşındaki kızına, aynı boyda kesilmiş, ilki kendisi tarafından örnek oluşturması açısından temiz bir şekilde çizilmiş olan bir tabaka kâğıt götürmüştü. Clarissa bundan böyle her gün böyle bir kâğıt dolduracaktı, her ders saatinde ne Öğrendiğini, hangi kitapları okuduğunu, piyanoda hangi parçalan çalıştığını yazacaktı. Pazar günleri de içinde babasına yazılmış bir mektubun da yer alacağı işte böyle yedi sayfayı postal ayacaktı, böylece kendince çocuğun gelişimine yardımcı olduğunu ve daha çocukluk döneminde görev bilinci ve dirençli bir hırsa sahip olmasını zorlayarak gerçekten katkıda bulunduğunu sanıyordu. Oysa gerçekte Clarissa her gününü kuru bir rapora dökmek zorunda kaldığı için bu yıllarla ilgili izlenimlerini unutmuştu, çünkü vaktinden önce raporları dini an izlenimler birikip biçimlenmek yerine parçalanıp yok olmuşlardı Çocukluktan çıktığında bile Clarissa bu göreve son vermedi, oysa aralarındaki mesafe açısından bakıldığında bile bunun çok yanlış bir şey olduğunun farkındaydı. Çünkü raporlarında ırmak birçok şeyden aldığı zevki yok ediyor, sevincini kursağında bırakıyordu. İleriki yıllarda geçmişi anımsadığında okul döneminde kitaplar ve resimler için duyabileceği anlık beğeniyi babasının yok ettiğini düşünmekten kendini alamıyordu, çünkü babası küçücük kızından her gününü aynı biçimde, aynı uzunlukta raporlandırmasını bekliyordu. Oysa Clarissa çok sonraları bir tek neşeli anın bile yaşanan saatlerden daha çok coşkuya neden olabileceğini ve bunu sayfalara sığdırmanın mümkün olmayacağım öğrenecekti. Babası rapor yazma görevi olmadan da aşın derecede sıkıcı olan manastır okulunu daha düzenli, daha monoton hale getirmişti. Ama yine de babasının ölümünden sonra, yaşanmış günlerin yazılı olduğu kâğıtları düzenlenmiş bir şekilde onun yazı masasında bulduğunda elinde olmadan çok duygulanmıştı. Babası on lan yollandı ki an gibi desteler haline getirmişti. Elbette örnek teşkil edecek şekilde, daha farklı olması da beklenemezdi. Clarissa’nın asla haberi olmamıştı; ama babası onunla hep gurur duymuştu. Kimi yerlerin altını kırmızı mürekkeple çizmişti. Bir keresinde Clarissa eski bir şiiri okuyamadığında gururlu bir insan olan babası neredeyse utancından yerin dibine geçmiş, kızının başarısını görme hevesi kursağında kalmıştı Her ayın raporları bir kurdeleyle bağlanmıştı, bir yarıyıl ise içinde ayrıca karnelerin ve başrahibenin, Clarissa’nın gelişimi ve davranıştan hakkında yazdığı raporun da bulunduğu özel bir kartona konulmuştu. Bu yalnız adam kendince akşamlan Clarissa’nın yaşadıklarına ortak olmaya çalışmıştı, kendince, kendi doğru bildiği yoldan Clarissa’nın gelişimini takip etmişti. Clarissa başrahibenin yanıtlarından babasının kendisiyle ilgili nasıl büyük bir sevinç duyduğunu asla göstermeye cesaret edemediği görebiliyordu. Clarissa bu sayfaları çevirip bazılarına baktı. Kendisine hiçbir şey ifade etmiyorlardı. Bir zamanlar hayat anlamına gelen bu sayfalar şimdi kuru birer yaprak gibi hışırdıyordu yalnızca. Çoktan unuttuğu şeyler hakkındaki dersler. Gerçekte nasıl olduklarını hatırlamaya çalışıyor ve o kayıp günler hakkında yalnızca bazı anı kırıntıları aklına geliyordu…
“Clarissa” için 2 yanıt
Bir yanıt yazın
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap AdıClarissa
- Sayfa Sayısı184
- YazarStefan Zweig
- ISBN9789750732874
- Boyutlar, Kapak13,5x19,5 cm, Karton Kapak
- YayıneviCan Yayınları / 2016
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Lanetli Zindan ~ Joseph Delaney
Lanetli Zindan
Joseph Delaney
“Burası Cadı Kuyusu’nun girişi, bu kapının ardında en korkunç kâbusunla yüzleşirsin. Sakın içeri girme.” Dokuz yıldır kaldığı kimsesizler yurdundan kurtulabilmek için kendi geçimini sağlamak...
- Nana ~ Emile Zola
Nana
Emile Zola
Nana’nın ele avuca sığdırılamaz hedonizminin, lüks ve dekadan hayat sevdasının sınırı yoktu. Fakat hayatının büyük bir bedeli olacaktı. Paris gecekondularından sokaklara, sokaklardan sahneye, sahnelerden...
- Kalp Yalnızca İçeriden Açılan Bir Kapıdır ~ Jan-Philipp Sendker
Kalp Yalnızca İçeriden Açılan Bir Kapıdır
Jan-Philipp Sendker
Manhattan’da tıpkı kaybettiği babası gibi başarılı bir avukat olan Julia on yıl sonra kardeşi U Ba’dan bir mektup alır. Dünyanın öteki ucunda onu babasının...
Usta yazarın son kitabı. Savaş yıllarında yazılmış savaş yıllarını anlatan bir kitap. Sonrasında ise karısıyla intihar… Okunmalı.
aynen